Ana’dolu Yiğit Dolu
Kapak Resim: Prof. Dr. İsmail ÇOBAN
Ubuntu Yayıncılık
Sertifika No: 34537
ISBN: 978-605-68386
Bu kitabın tüm telif ve yayın hakları 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince yazarına aittir.
ANA’DOLU YİĞİT DOLU
GÜLCE EDEBİYAT
Harun YİĞİT
Bir varmış birde yokmuş
Dedem Korkut'un tarında
Türkü türkü ozanda dil olur bize destanlar
Kağan Şu'dan başlayıp Oğuzların otağında
Konaklayıp kalacak el olur bize destanlar
Alp Er Tunga gibi ne kahramanlar gelip geçmiş
Özümüzden savrulan yel olur bize destanlar
Ulusumun en zengin en kalıcı hazinesi
Neslime soydan soya bel olur bize destanlar
Işık tutar tarihe, geçmişimden geleceğe
Dünden gelip bugüne mal olur bize destanlar
Aşılsın diyerekten birer birer engelleri
Menzile varmak için sal olur bize destanlar
Gönülde gonca gonca gül olur
Karanlıkta yolları bul olur
Kısrağın ayağında nal olur
Geçmişten akıp gelen sel olur
Açıkta örtünecek şal olur
Çadırda ilmik ilmik kıl olur
Boydan boya süregelen kol
Arıda çiçek, çiçek bal olur
Gövdede ağaç olur dal olur
Tarihten bugünlere gel olur bize destanlar
-1-
HATIP (Hatip) KARISI KEZBAN
(Kezban DERYA)
Gölgeler güneşle sevişirken
Bir hışımla yağdı geçti
Yağmur değildi yağan
***
Yemen, Trablusgarp, Filistin, Çanakkale'de sa-vaştıktan sonra köyüne dönen Mustafa "Hatip" kö-yün en güzel kızı olan Kezban (Keziban) ile evlenir. Henüz yeni evlenmişken tekrar askere çağrılır.
O günlerde Milli Mücadele Savaşı yeni başla-mıştır.
Temmuz 1921’de Afyon, Eskişehir, Kütahya gibi stratejik noktaların işgali için Yunan ordusu büyük bir taarruza kalkar. Oldukça çetin geçen savaşta yakınına düşen bir bombanın şarapneli boğazına isabet eden Mustafa, ayıldığında kendisini Yunan esir kampında bulur. Mustafa’nın esir düştüğünden Türk birliğinin haberi yoktur!
Aradan dört ay geçer. Köye gelen jandarma, Mustafa’nın karısı Kezban'ı "Kocan asker kaçağı," diye askere alır.
Dört ay boyunca Niğde’de bir hastanede çalış-tırılan Kezban, daha sonra Mustafa’nın esir düştüğü hükmüne varılarak evine gönderilir.
Aradan uzun zaman geçer, Mustafa’nın künyesi savaş alanında bulunur ve şehit düştüğü düşünü-lerek ailesine şahadet haberi verilir.
HATİP KARISI KEZBAN ASKERE ALINIYOR
Kalkıp yürüdük
Peşi sıra katırların
Biz anayız
Biz bacıyız
Biz kadınız
Cehennem, cennet bizden sorulur
Sürüdük ayağımızı
Ellerimiz kan içinde
Dörtnala giden atların arkasından
Ay utancından doğmamıştı
Arkamızda bıraktıklarımızın üstüne
***
A’oğul
Can oğul
Ana doğurur
Toprak ana kucaklar
Biz yolcuyuz bu dünyada
Bize üç kulluk öğrettiler
Allah’a
Sultan’a
Kocaya
Başkaldırmak neyimize
Kutsal bilmişiz üçünü de
Bize böyle öğrettiler.
Sultan
Cennetinde hurilerle meşgulken
Sarayda akbabalar leşe konmuş
***
Korkağa, namerde gölge bile yok
Bu dağlarda ancak yiğit olan barınır
Her çalısı, her kayası yiğitçe
Bin bir çiçek kokusuyla arınır
Arınır a oğul
Arınır da
Zaman kötü
Güneş döner
Dünya döner
Zaman zamanı yener.
Bir kuşluk vaktiydi
Atlı askerler bastı köyü
Ne zaman memlekette işler kötü
Dinlemezdi kör, topal
Bu sefer çok farklıydı gelişleri
Ne körlere
Ne de topallara dokundular
Asker kaçaklarının ya anasını
Ya bacısını
Ya da karısını
Alıp götürürlerdi askere
Konya'nın
Ilgın içlisine bağlı köylerden
Argıthanı, Eldeş, Bulcuk,
Ağalar, Sadıklar
Ve Mahmuthisar
Toplamışlar kadınları
Takıp katırların peşine
Vardılar
Tekke köyüne
Okudular isimleri bir bir
Çebiç İmine (Emine), Battal karısı
Höpüdük gelin
Höpüdük gelin, sırtında iki aylık bebesi
Ve canı burnunda
Yani iki canlı
Ha doğurdu
Ha doğuracak
Bir de Fevzi’nin tek kızı
İçlerinde en şaşkını
Güzel mi güzel
Gül yüzlü
Ak, pak
Daha dört aylık tay gibi gelin olan Kezban
Siyah gözleri
İnce dudakları
Dört mevsim alacası içinde
Arzularla dolu
Akşamüstü sevişmelere hazır
Bir o kadar yorgun
Bir o kadar şaşkın
Ehilsiz deli kısrak gibi
Bir o kadar ürkek
***
Eski giyeceklerini sardı sarmaladı üstüne
Gizlemek için güzelliğini
Düğününden kalma birkaç sarı lirasını
Gizledi kuşağının arasına
Kezban, endişeli
Nasıl asker kaçağı olur Mustafa’sı?
Yıllar yılı çöllerde can derdine düşmüş
Yedi düvele kurşun sıkmış Çanakkale’de
Çaresizce yollara baktı…
Başını eğmedi asla önüne
Kiminin anası
Kiminin bacısı
Kiminin karısı
Topladılar kadınları
Düştüler yollara
Yürüdüler
Yürüdüler
Yürüdüler…
***
Kim çıkartır savaşları?
Ne bilen var ne söyleyen
Kimin için gözyaşları?
Ne gülen var ne söyleyen
Kim bilir a-oğul
Söyleyen olsa da
Duyacak kulak
Düşünecek beyin
Aklını yoracak var mıdır?
Dedik ya a-oğul
Biatçi toplumun düşüncesiz sürüleri olmuşuz
Büyükler ne derse
Nereye sürerse biz oraya yolcuyuz…
Kadınlar,
Kadınlar,
Biz anayız
Biz, ana doğuran
Dolu dolu
Biz Ana-dolu’yuz
Yiğit doğuran kadınlarız
Doğuran biziz
Üreten biziz
Kimse sormaz bize bizi
Sürüden sayıp katarlar önlerine
Biri çıkıp
Koymaz insan yerine!
Yine kattılar sürüye
Sürdüler dağ yamaçlarından
Tozlu yollardan
Anadolu yasa bürünmüş
Üzerine basarak geçtiğim yollar
Çiçeklerini kokladığım dağlar
İçin için ağlar ha ağlar
Dağların onurunu kucaklamış kuşlar
***
Tekke tersine döndü
Hacı Veli kuyusunda sessizlik
Millet mezarlığında yükselen uğultular arasında
Elmalıktan geçti
Sütbeyaz körpe gelinim
Abaz bozguna uğramış
Kubbe böğründe
Şaha kalktı atlar
Katırlar toz duman içinde
Evlenir evlenmez
Askere alınmış Mustafa
Dört ay olmuş gideli
"Bu işte bir yanlışlık olmalı" deyip
Bükmüş boynunu
Katılmış kadın askerler kervanına
Kirli kefiyesini doladı yüzüne
Katırlarla beraber
Ağır ağır yürüdüler
Sarayönü üzerinden
Güneşin doğduğu yöne
Dokuzun Hanı’na doğru.
***
Kezban’ın aşka hasret teni
Bir akşamüstü yağmurunda
Özlemle dirilecek miydi?
Zaman yükünü yüreğine doldurmuş
Sevdasını tazelemeye hazır
Yine de mutsuz ve yas içinde
Gövdesinde birleşirken
Adım adım yol aldılar
Güneşin doğduğu yere
Işıklar
Alın yazısını çiziyordu habersizce
Alev alev yanan taze gelin
Sevişmeleri unutmuş vücudu
Hayat, bardaktaki su misali
İçsen de tükenecek
İçmesen de
Onurunu kurtarmak vardı aklında hep
Katar katar yol alıyor insanlar
Önde giden katarın peşinde
Yürüyorlar yanan günün altında
Biraz ekmek, bir tas suyun düşünde
Düşünde
Düş peşinde
Peşinde talihsizlik
Talihsizlik denmiş
Denmiş işte bazen kader
Kader dedikleri
Anadolu insanının yazgısı
Kezban Askerlik Yolunda
Gençti,
Güzeldi Kezban
Dört aylık gelindi
Hayata karşı
Hiç yorulmayacağını sandı
Başını yukarı çevirip dimdik durdu
Ana Ötüken gibi
Baktı altın sarısı güneşe
Başparmaklarını kuşağının arasına sokarak
Ağır ve emin adımlarla
Yürüdü,
Yürüdü,
Yürüdü…
Gökte kanat kanat uçan
Her bakışta sevda saçan
Mustafa’m da candan açan
Gonca gülün alı benim
Başak başak tüm sarının
Saçaklanmış her darının
Binbir çiçek bir arının
Peteğinde balı benim
Her kapıya kilit vurdum
Köşe bucak yiğit sordum
Damla damla hayat verdim
İçilecek dolu benim
***
Dağlar yasa bürünmüş
Çiçekler ağlıyor
Kimi zaman hırçın
Kimi zaman durgun
İçinde bir sevda
Kuşkanatlarıyla düşler yolluyor
Yürekler sevişmeyi unutmuş
Dudaklar ateşe hasret
Geriye kalan bir kuru gövde
Hasretlikten bitkin teni
Dirilecek miydi yeniden
Bir akşamüstü yağmuru altında
Ateşin sahibi ocak
Dualar etti Tanrı’ya
“Kafilenin peşi sıra yürüdük
Yorgunluktan ayakları sürüdük
Aklıma sordum, ne biçim hâl diyor
Bir ayağım git der, biri kal diyor
Sırtımıza kefen sarmış anamız
Bize ait değil imiş canımız
Hangi dinde vardır zulmü?
Nerde bizim insan yanımız?
***
Kezban
Yürürken katırların peşinde
Ellerini kaldırıp
Avuçlarını açtı
Bir güneşe
Bir toprağa baktı
Kalbinden
Gözlerine süzülen
İki damla kanlı yaş düştü
Ardı sıra yürüyordu kadınlar
Kadınlar
Kadınlar
Kadın
Ka
Dın
***
Fark etmeden sevdim
Sevildiğimi
Savaşlar yüzünden terk edilince anladım
Ben adamımın gözünde gördüm
Haksız kavgalar olmuş demesen de desen de
Hak sızlar topraklarda gördüğü al desende
Oku kalleş zalimin, saplı durur sırtında
Okuyanın elinde telli sazdır, sırtında
***
Toz duman
Bu yollar
Ayaklarda
Yırtık çarıklar
Bir zabit ardından
Ağır geçen zamanda
Yol aldılar ağır ağır
Yürekler acılı, kederli
Anlayamadık kim hederli
Zaman mı yoksa bizler mi?
Bir sürüye katıldık
Yollara atıldık
Bu olanlar
Kader deyip
Yutkunduk
Sustuk
Oğul
Beklenen TAN, canımda CAN, karanlıkta IŞIĞIM
En uçta damarda KAN, ölümsüze AŞIĞIM
Sırtımda giydiğim beyaz renkli kefenim
Dardaki cana her AN geçilecek EŞİĞİM
Yamacına gizlendiği
Koca bir dağdı Mustafa’sı
Şimdi
Zerrenin içinde milyona bölünecek gibi
Patlamaya hazır
İçinde biriken susmaları
A’oğul
Yazan kalem tükenir elbette
İhanet başka
İhanet yüzünden ölmek başka
Olur mu hiç,
Vatan sevdalılarının askerden kaçması?
Tanrı,
Körpecik bedenlere
Alevden öpücük kondururken
Savaş deyip geçme a’oğul
Dünya bile tersine döner
Oğullar babalarını değil
Babalar oğullarını gömer toprağa
İnsanın Tanrı’ya duası
Balıkların yosunlara tutunması gibidir.
Ana dolu yiğit dolu
Katılmışız bu kervana
Tacı, tahtı bırakmayan
Satılmışız Sultanlarca
Yer yer yumruk kaldırdılar
Kör kuyuya doldurdular
Her taraftan saldırdılar
İtilmişiz sultanlarca
***
Dertlerimden beter memleket derdi
Çık gel Gazi Paşa kurtar bu yurdu
Üstte, başta yok ki ne giyineyim
Sultan bizi satmış ne övüneyim
Dilim Türkçe, yazım Arap, ben neyim?
Dertlerimden beter memleket derdi
Din, iman ve namus, elden gidiyor
Düşman bizi koyun gibi güdüyor
Köşe bucak baykuş dolu ötüyor
Çık gel Gazi Paşa kurtar bu yurdu
Her kazançta biraz yitirilmişlik
Yitip gidenlerin yitirilmişliğinde
Yarınlar için kazanç vardır
Korkunun kokusunu almış çakallar
Takvim yaprakları
Teker teker düşüyor
***
Doluyum Ana’dolu, Yiğit dolu bu eller
Anadan doğma çıplak, ben var isem sen varsın
Kökümüz bu toprakta, tenimi bayrak sarsın
Bu yurt benim, orman benim, beni saklasın dallar
Sultan aşka sulh etmiş, ne diyeyim şaşkına
Kemal Paşa adını kazımışım aklıma
Her göreve hazırız, çeksin bize yoklama
Söyleyin, kim ölmez vatanının aşkına
Hainler tükenmeyen hayaldedir düştedir
Hem iç hem dış düşmanla dövüştedir övdüğüm
Selam yok ihanete, olsa bile sevdiğim
Düşmanların süngüsü saplandığı döştedir
O süngüyü kırmaya ölümüne ant içtim
Haksızlığa ve zulme, isyan bayrağı açtım
Açtım ellerimi semaya
Semaya yakarışı arşa ulaştı
Ulaştı yüce makama
Makama erişmek tek muradım
Muradım Mustafa’m
Mustafa’m neredesin?
Neredesin?
Nerede?
Kezban Niğde YOLUNDA
Yol uzun
Ha tükendik
Ha tükeneceğiz
Güneş vurdu başımıza
Can dayanmaz acımıza
Yürüdük hayvanların peşinden
Biz insanlar
İki yüz küsur insan
İki el, iki ayak, iki yüz
Bizden bize kalanlar
Sürümekten ayaklar
Ayaklar isyana hazır başa
Başlar kokuşmuş neylersin
Neylersin can anam
Canıma canan olan
Olan var mı yârime yaren
Yaren ses ver sesime
Ses ver sesime
Sesime
SÜRMELİ gelinlerle vagonlara doluştuk
Bize bunu yapanı nerelere SÜRMELİ
Girdik, tünelin ucu görünmez bir KARANLIK
KAR ANLIK olur burada her havaya alıştık
Canına yetti Çebiç İmine’nin
Oracıkta yığılıp düştü yere
Yürüyüp gitti
Kavuşmak istediği Hak’ına
Bir perişan haldeydi sormayın gitsin
Dönüp bakan olmadı
Sırtlayıp götürdü zabitler
Beyaz saçları kınasız kalmıştı
“Ak saçlı Hıristiyan öldü” demişler
Mezarını ayrı kazmışlar
Abdestsiz, namazsız
Gömmüşler kara toprağa
Kimi Ayşe, kimi Fatma, kimi Emine
Kimi ana, kimi bacı, kimi de gelin
Açtık, ortak olduk, öküzlerin yemine
Bent yıkıldı, kurbanı olduk selin
Güneşin battığı yere çadır kurmuşlar
Nice bülbülleri öldürüp gülleri kırmışlar
Kanlı yaraları gözyaşıyla sarmışlar
Bulutlar güneşe, kuşlar rüzgâra küs
Sahip çıkamadık yuvamıza bile
Diller konuşurken yüreğimiz sus pus
Körlere iş düştü, sağırlar kol kola
Toprak ağası marabayı soymazsa
İskelet dönenler yemelere doymazsa
Sağırlar işitirmiş, kimseler ses duymazsa
Hopüdük Kadın
Hopüdük kadın,
Üzerindeki ağırlığı taşıyamaz hâle geldi
İki candı
"At hayırsızın çocuğunu" dedi diğerleri
Can bu, nasıl atılır?
Ana olan bilir evlat acısını
Yine de
Gözyaşlarını tutamadı
Ağlayarak diz çöktü
Açtı ellerini yaratanına
Başladı bedduaya kaçak Süleyman’a
Mihrabım oldun, diz çöktüm önünde
........................yalvardım sana
Vicdanını yitirmişsin bilmedim
Zehrini saldın ellerin yanında
.......................bakmadın bana
Sen kendin bitirmişsin bilmedim
Hani nerde, söz verip te görünen
.......................yârim dediğim
Bana zehir getirmişsin bilmedim
Yiğit olmaz ayakaltı sürünen
.......................erim dediğim
Başımı kesen satırmışsın bilmedim
Yürüdü ağlayarak ağır adımlarla
Sırtında bebesi
Oradan oraya
Oradan oraya sürüklenip durdu
Bir gün
Bir odun pazarında çalışırken
Fark etti çocuğunun öldüğünü
Uzun uzun ağlamadı bile
Sevindi çocuğun kurtulduğuna
Yabanın elinde
İsimsiz bir mezarlıkta
Terk etti sabiyi
“Hopüdük Kadının
Asker kaçağı olsa da eri
Zaman içerisinde çocukları,
Torunları ve onların çocukları
Vatan görevinden zerrece taviz vermek
Akıllarının ucundan bile geçmemiştir.
Belki dedelerinin ezikliğini yaşadılar
Ama vatan sevgisinden asla vazgeçmediler.”
***
KEZBAN NİĞDE HASTANESİNDE
Elinde Hüccetiyle
Düşer yollara
Varıp bulur İyibin (Eyüp) oğlunu
KATARLARLA yaralılar taşınıyor buraya
Yaraları derinde, sızım sızım SIZILAR
Yiğitler kucaklaşmış ahırda KATIRLARLA
YAZILAR punto punto kâğıtlara yazıldı
Anaların gözü yaş, yüreğinde SIZI VAR
ÖLÜM burada kurtuluş, acılar diz çöktürür
İZİ VAR her yaranın ölene dek hatıra
İşte, ölmeden ölmek, adına derler ZULÜM
Üç
Kadın
Üç can
Birbirinden
Ayrı ayrıydı
Zemheride donup
Temmuz ayında yanmak
Suya hasret toprak gibi
Daldan düşen yaprak gibi
Sonbaharı görmeden
Sararıp ta solmak
Yel gelip vurdu
Oradan ora
Savurdu
İşte
Can
YAN ANA Kezban'ına, gönül kimlere DÜŞTÜ
YAN ANA su veren yok çilem yoluma DÜŞTÜ
DALDIM hayallere yüreğim KANAR
DALDIM can gölüne aklım hep KANAR
Hastanede ayak işleri yaptı
Bir yandan da
Güzelliğini gizlemek için
Sık sık
Eski kefiyesiyle
Gizledi güzelliğini
Hatip Mustafa'sı Yemen'de
Bu eller başka eller
Bir zaman bizim eller
Köpekleşti yabanın dölleri
Sırtımızdan hançerlediler bizleri
Sattılar biz üç otuz paraya
Soluk benizli İngiliz subaya
Gördüğüm acı, zulüm, bu çöllere bel bağlama
Gördüğüm düğüm nefes, her dala bez bağlama
Yaz ayında sıcaklar burada yakar kavurur
Yaz sözümü yazıcı, esirlik yakar kavurur
Yanana su bile yok, burada hasretim kara
Yan ana Mustafa’na, çöllerde bahtım kara
Yuva yapıyor bütün kuşlar
Dört mevsimde
Dokuz yıl askerlik yaptı
Trablusgarp, Yemen, Şam’da
Hem anası hem bacısı,
Yolunu gözledi damda
Elleri işte, ufukta kaldı gözleri
Gözleri acının aynası
Acının aynası yansırsa göze
Göze bak, gerek yok söze
Söze susarak başlarsa eğer
Eğer başını önüne, dinleyen canlar
Canlar
Canlar bizim
Bizim canlar
***
Hatıp Mustafa
Kudüs’te askerken
Gördü muallâk taşını
Elleriyle dokunup
Sürdü yüzünü
Şam’da yıllarca askerlik yapıp
Dindaşlarından ihanet ve çöl zulmünü gördü
Yemen’den Filistin’e
Oradan Çanakkale’ye
Ölmemek için öldürmek
Derken
Döner köyüne
Anacığının yanına
Bir mühlet
Her şey yolunda giderken
Kendini rahat sanıp
Evlendi Kezban’la
Çiçeği burnunda damat
Askere alınır yeniden
Bursa, Eskişehir, Tavşanlı, Kütahya hattı
Uşak, Dumlupınar, Seyitgazi istikameti
Taarruza geçer Yunan üç koldan
On Temmuz 1921’de
Bir bomba patlar Mustafa’nın yanında
Şarapnel parçası gelip saplanır gırtlağına
Deler özeğini
Oracıkta düşüp bayılır
Gözlerini açtığında
Anlar esir düştüğünü
Çok sonra Mustafa’nın düşen künyesini bulur Türk birlikleri
Öldüğünü haber geçerler birliğine
Anam anam
Canım anam
Söyle bana can anam kimin için doğurdun
Dokuz yıldır askerim bitmez oldu bir türlü
Yün yerine zamanı kirman ile eğirdin
Burnumda tüter oldu köyüm, ovalı kırlı
Düşüme giriyor Kirazlı’nın başı karlı
Beni korumak için bilmem kaç kez bağırdın
Cehenneme dönüyor içim, yüreğim harlı
Yamandır yaban eller yolları zorlu
Duyar oldum sesini, düşte adım çağırdın
Yel getirdi kokun bana, ayvalı, narlı
Esirim esir burada
Duyan yok sesimi
Şarapnel parçaladı göğsümü
Bir düşman dipçiğiyle
Kendi ülkemde esirim esir
***
Hasretlik çeker Mustafa esaret altında
Gül yüzlü güzel Kezban’ın hayali
Aklında çıkmaz bir türlü
Kalır kendisiyle baş başa
Derin bir of çekerek;
“Deryaları gözyaşında damlada
Akıtarak Kezban diye dökerim
Ateşten aldığım kızgın çeliği
Avuçladım, Kezban diye bükerim
Yanardağa döndü içim yanıyor
Bir yıl oldu hâlâ içim yanıyor
Halim gören gâvur deli sanıyor
Ben bu derdi Kezban diye çekerim
Saçlarını savurarak estin de
Zalim felek söyle bana kastın ne
Sürünerek iki dizim üstünde
Dermansızım, Kezban diye çökerim.
Yaralarım sızlar oldu derinden
Ne istedin benim gibi birinden
Kanlı canlı avuçlayıp yerinden
Ben bu kalbi Kezban diye sökerim
Dedi, kapadı gözlerini.
Özgür olmanın hayalleriyle Kezban’ı aldı
Al bir ata binip kendi dünyasına sürdü atını.
Bülbül oldum gül isen
Ağaç oldum dal isen
Doymak ister bu canım
Kovanlarda bal isen
Yücelerde gezerim
Kezban’ımı süzerim
Acı düştü içime
Hasretliği bozarım
Mustafa Derya
Toplam dokuz yıl askerlik yapar
SONU
Şehitlik haberi gelince bir gün
Dünyası yıkılır Kezban’ın
Dul kalmıştır artık
Boynunu bükerek
Döner köyüne
Dönmesine döner de
Yine de yitirmez umudunu
İnanmaz öldüğüne
Ve
O da
Mutlaka
Dönecektir
Bir gün evine
Yollarda kalır gözü
Güneşin battığı yöne
Ilgın Ovası’na bakar günlerce
Yanar yüreği
Ağıt yakar
Ağıtlar üzerine
***
Acı haber çabuk gelir
Mustafa’sı daha ölmeden ölür
Bir gün olsun ayrılmaz
Nöbet tutar
Gök Mehmet’in damında
Yalvarır Tanrı’sına
Ve der ki:
Toprak ekmek
Toprak vatan
Toprak yaratandır
Daha toprak olmamıştır belki
Mustafa’sı hayattadır
Dayanamaz hasretliğe
Boyun büküp
Döner baba evine
Günler geçer
Aylar geçer
Boş bırakmazlar genç dulu
“Şahadet Allah’tandır” deyip
Çalarlar kapısını
Ama boşuna
Mustafa’sına vermiştir gönlünü Kezban
Her gelen talibini
Boş çevirir kapıdan
***
Gel zaman, git zaman
Savaş bitmiş artık
Yıl geçmiştir aradan
Başlar esir değişimi
Bir gün ansızın
Kapıda beliriverir Mustafa
Kurt şaşırır
Kuş şaşırır
Şaşırır börtü böcek
Konu, komşu şaşırır
Kezban
Dönmüştür bir kez baba evine
Dönemez aylarca özlediği yuvasına
Gönlü aklına küsmüş
Bugünlerde
Ayrı yaşar oldu
Bitip tükenmez ışığın
Avuçlarından yitip gittiğini görür
Yine de
Hasretlik büyür yüreğinde
Düşlerine saklar gerçeği
Ağıtlar acısını dindirir
Türküler umudu olur
Koku alır
Kuşların kanatlarından
Yol içinde yol gözler
At Uçuran Dağı kadar gamlı
İncirik Deresi gibi yaslı
Her gün içi içine yer
Günden güne büyür özlemi
Ah dedikçe
Ciğerleri sızlar
Ve
Döner
Çaresiz
Mustafa’ya
İlk göz ağrısı
Tek sevdiği odur
Birlikte tüketmek için
Kalan ömrü
İki ateş
İki beden
Sarılırlar kırk bin yılın hasretiyle
Birbirine sarılırlar
Ölüm ayırana kadar
***
Oğul oğul
Can oğul
Siyaset günü gelince
Yine çıkacaktır ortalığa
Din bezirgânları
Ruh tecavüzcüleri
Bedavacılar çöreklenecek
Açtık ya bir zamanlar
Buğday kokulu
Tuzlu sular içmiştik ya
Bedavacıya çıkarırlar adımızı
Kemiklerimizi satar bunlar
Ey ahlaktan yoksunlar
Söz etmeyin namustan
Çıkartın kanlı elbiselerinizi
Yüzünüz varsa eğer
Çekin üstümüzden
Çekin kirli ellerinizi…
Mustafa "Hatip" 1956 yılında ölür. Kezban nere-deyse yarım asır ona sadık kalarak evlenmez ve 2003 yılında 102 yaşında Hakk’a yürür…
Kaynak: Kızları Ayşe ve Fatma Demir.
-2-
DELİ İBİREM
Meğer giden gelin benim gelinmiş.
Savaş yıllarında köyümüzden İbirem emmi (Deli İbirem) ile köyün en güzel kızlarından gözel Kebiz’i (İnezlerin Kebiz) evlendirirler. Daha on beş gün olma-dan İbirem emmiyi askere çağırırlar gider askerler giderken anası başlar ağlamaya;
“Atı doru donu sarı, eyerine gonmuş arı
Yiğitlerin içinde İbirem emimin boynu eğri
Allı gelininden havasını almayan guzum.”
***
Acı olur Yemen ilinin aşı
Gizli gizli akar gözümün yaşı
Garibin olmazmış mezada taşı
Sular gibi çağlıyorum
İçin için ağlıyorum
Damat oldum gün görmedim
Dünü güne bağlıyorum…
Elim uzatırım yâre değeyim
Yağmur olup toprağına yağayım
Vatan borcu için başım eğeyim
Sular gibi çağlıyorum…
İçin için ağlıyorum
Damat oldum gün görmedim
Dünü güne bağlıyorum…
Mercanların yeri deniz dibidir
Yalnızlık yanımda dostum gibidir
Günahım, sevabım kefen cebidir
Sular gibi çağlıyorum
İçin için ağlıyorum
Damat oldum gün görmedim
Dünü güne bağlıyorum…
Gurbet gördüm sırmaları giydirdi
Gurbet gördüm zehir zıkkım yedirdi
Bazen yılı bazen anı saydırdı
Sular gibi çağlıyorum
İçin için ağlıyorum
Damat oldum gün görmedim
Dünü güne bağlıyorum…
Yiğit’liğe güvenip de kanmıştım
Askerliği çabuk biter sanmıştım
Kamili’yle bir olup da yanmıştım
Sular gibi çağlıyorum
İçin için ağlıyorum
Damat oldum gün görmedim
Dünü güne bağlıyorum…
***
Mektup yok haber yok İbirem emmi yedi sene askerlik yapar. Askerliği bitirip köye dönerken trenle Ilgın’a gelir. Ilgın’dan Eldeş’in çayıra kadar öküz arabasıyla, geri kalan yolu da yayan yürüyerek köye gelir. Caminin önünden geçip Apillerin evin önünden geçerken. Gaybalıların kapının önündeki pınardan su dolduran bir gelin görür.
Gelinin başında sarı cember, alnında kara çekime vardır, ayrılık çektiği bellidir.
Köyümüzde eskiden kocası ölen kadın başına siyah cember (başörtü) örter, alnına siyah başörtüsü bağlardı. Kocası askere giden başına sarı çember örter, alnına yine siyah cember bağlardı. Gelin olan kıza da sarı cember örterlerdi, sarı, ayrılık demekti.
İbirem’in gelin boylu poslu güzeldi. Gelin testile-rini doldurur sırtına alır önden gider,
İbirem de arkadan takip eder. Hocaların odaya kadar giderler. Ama İbirem giden gelinin kendi karısı olduğunu bilmiyor! “Amma güzel gelin,’’ diye beğenip içini geçiriyormuş.
Hocaların odanın önünde bir kaç köylü erkek varmış. Onları görünce askerden yeni gelen İbirem ile kısa hoşbeş sohbet edip evine vardığında birde ne görsün? Su doldurup giden gelin kendi karısı.
Oturmuş ocak başına tarhana bular (pişirir) İbirem başlar saymaya:
“Kara çekitmeyi çekmiş yüzüne
Endeze şalvarı giymiş dizine
Gelin utanır da bakmaz yüzüme
Meğer giden gelin benim gelinmiş.
Gelinin sırtında iki çatak testisi
Yana gaymış saçlarının örgüsü
Göremedim yüzün örtmüş bürgüsü
Meğer giden gelin benim gelinmiş”
***
A’oğul
Can oğul
Şavaş deyip geçme
Ya ölürsün
Ya öldürürsün
Can dedikleri uçan kuş
Çok tatlıdır oğul
Ölmemek için neler neler edersin
İlim irfan ışığında öğrenerek batıllığı yıkmadan
Döle yatsın diye nice güzelliğe tohumları ekmeden
Toprakların üzerine damla damla alın teri dökmeden
İnsan kendi amacına emek verip yorulmadan varılmaz
Canlar ile düşmanların üzerine beraberce yürüdüm
Kendi nefsim ayakaltı alaraktan kötülükten ıradım
Ben o yârin gözlerinde kaybolarak sonsuzluğu aradım
Yedi yıllık hasret ile ince bele sarılmadan doyulmaz.
İbrahim de köyünde, aç açık, boynu bükük yitip gidenler kervanına katılanlardandır.
Kaynak: Habaibe Gültekin
3-
ÇÖL SEVDALISI TEPEGÖZ
(Mustafa Çavuş) Mustafa SAĞLAM
Bu Tepegöz, Türk Mitolojisindeki (Dedem Korkut) efsanelerinde anlatılan, Oğuzların başına bela, Peri kızından doğma, kafasında tek gözü olan Tepegöz değildir. Bu Tepegöz, Konya’nın Ilgın ilçesine bağlı eski adı Tekke olan Beykonak Mahallesi (köyünde) yaşamış Mustafa Çavuş, (Mustafa Sağlam) 18 yıllık askerliğinin 5 yılını İngilizlere Çanakkale esiri olarak yapmış.
Gözleri iki kilometreden daha ilerisini çok iyi ayırt edebildiği için komutanı ona “Tepegöz” adını vermiş.
***
Akşamın karanlığı
Dik yamaçlara vururken
Kayalar arasına sıkışan kar suları
Sessizliği bozuyor
Özgürlüğün huzurunu muştalayarak
Ve işte
Özgür olmak için
Ölümü kabullenmek gerek.
***
Can
Yaraya
Yara sargıya
Küsüyor isyan edip
Utancından susuyor
Sabah kalkınca
Acını
Bil
Ey can
Açık tut
Yüreğinin
Penceresini
***
Yanıyor alev alev
Dünyanın dört bir yanı
Mustafa
Toy bir delikanlı
Alınır askere
Verirler hüccetini eline
Gönderirler Çanakkale'ye
Dayanmış Çanakkale'ye yedi düvel
Yiğitliği
Gözü pekliği yüzünden
Mustafa'yı
Sancak çavuşu yapmışlar
Çıkarma yapar yarımadaya Anzaklar
Acımasızca bir savaş başlar
Türk tarafının mermisi biter
Süngü takıp
Dövüşürler göğüs göğüse
Düşer yiğitler
Birer birer
Dövüşür yiğitçe
İki taraf da
Tabur imamına varıncaya kadar
Kırılır bütün askeri Türk tarafının
Tabur imamına varıncaya kadar
Kaptırmamak için sancağı
Çıkartıp sapını
Dolar şal gibi bedenine
Geri çekilir
Teslim etmemek için sancağı
Yetişir imdadına
Atıyla yüzbaşı
Atar atının terkine
Ardından gelen düşman kurşunuyla
Delik deşik
Kevgire döner sırtı
Canı pahasına
Kurtarır alay sancağını
Alnından öpüp
Takar madalyasını Mustafa’ya
Büyük komutan
Kemal Paşa
***
Dünyanın en büyük donanmasıyla
Birleşti ordular Çanakkale'de
Ölüm kusan çılgın makinesiyle
Karargâh kurdular Çanakkale'de
Yedi düvel süngü süngü dayandı
Kurşun sesleriyle bebek uyandı
Baştan sona toprak kanla boyandı
Çok yiğit vurdular Çanakkale'de
Ali, Veli, Ahmet, Hüseyin, Cemal
Hekimdi, marabaydı, kimi de hamal
Emretti ölmeyi Mustafa Kemal
Ölüme vardılar Çanakkale'de
Son kez yavuklu resmine bakıp
Hakk’a giderken türküler yakıp
Mermiye karşılık süngüyü takıp
Düşmanı yardılar Çanakkale'de
Gökyüzünden ölüm yağmıştı o yıl
Taşların, toprağın rengi oldu al
İnsan kanı derelerden aktı sel
Candan can verdiler Çanakkale'de
Düşmanlar gönüllü Mehmet görünce
İnsanoğlu acı çekti derince
İki yüz elli bin canı verince
Korkudan durdular Çanakkale'de
Kapladı semayı içli ağıtlar
Bu şanlı destana yetmez kâğıtlar
Ardına bakmadan giden Yiğitler
Hesabı sordular Çanakkale'de
***
Savaş sonrası evine döner Mustafa Çavuş
Evlenir
Barklanır
Karışır çoluk, çocuğa
Rahat yok insanlara bu savaştan
Tokmak iner yine kuru deriye
Tellal
Tellallığını yapıp
Bas bas bağırır:
"Duyduk duymadık demeyin
Duymayanlara söyleyin
Yüce devletlimizin buyruğudur
Askere alınacak eli silah tutan herkes"
Yeniden asker yolunda Mustafa Çavuş
Önce Muş'a
Oradan Huş'a
Arap çöllerinden
Yemen ellerine
Savaşın bile adı başka bu çöllerde
Savaşır
Savaşır
Savaşır
***
Mustafa Çavuş, binlerce metre uzakları çok iyi seçebildiği için komutanı tarafından ona “Tepegöz” lakabı verilir. Birçok asker arkadaşı adını bilmez bu yüzden. O'nu hep "Tepegöz" diye çağırırlar.
Savaş
Düşman ile değil sadece
Yaban elinde
Bilmedikleri gurbetle
Bilmedikleri çölün
Savrulurlar rüzgârında
İngilizler
Anadolu’dan gelen yardım yollarını kapatırlar önce. Arap Yarımadası’nda bütün halkları isyana teşvik ederler
Başarırlar da
Bir yalan
Bir dedikodu
Fısıldarlar bütün Arapların kulaklarına
Filistin'den
Yemen'e kadar
"Türkler kaçarlarken, sizlere kaptırmamak için altınlarını yutuyorlar," diye.
Kanı bozuk
Sözde dindaşlar
Yakaladıkları her Türk'ün
Sorgusuz sualsiz
Meşhur kavisli Arap kamasıyla
Diri diri deşerler karınlarını
Altın ararlar kanlı elleriyle
Can çekişen Türk askerlerinin midelerinde
Vatanları için değil
Altınlar içindir öldürmeleri
Sağ salim kalmayı başaranlar
Aç kalırlar
Açıkta kalırlar
Açlık neyse
Yenik düşerler kum fırtınasına
Tükenince yiyecekleri
Ot yerler
Sonra
Ayaklındaki manda gönü paramparça çarıklarını
Yerler, hem de pişirmeden
Ve
Baş gösterir hastalık bütün askerlerde
Sıtma, kanlı ishal
Derken bir bir ölümler gelir
Kalanlar esir düşer
Yemen ellerinde İngiliz’e
Önce esir kamplarında
Başım göğe savruldu, eller sana çevrildi
Yürek yanıp kavruldu, gövde yere devrildi
Aklım bile sivrildi, ne söylesem nafile
Bulutlar verem olmuş dertleri beni buldu
Burası gazi dolmuş, ölmek için kim kaldı
Yaşamın rengi solmuş, ne söylesem nafile
Günler haftaları
Aylar yılları kovalar
Evlendirirler esir Mustafa Çavuş'u
Yemenli bir Acem kızıyla
Yemen erkekleri savaşlarda telef oldukları için iş yapacak ve çoğalacak erkek kıtlığı yaşanır o günlerde Yemen’de. Tek çare esirleri Yemenli kadınlar ile evlendirmek olur.
Mustafa Çavuş da bir Yemenli kadınla evlendirilir ve beş yıl kalır Yemen'de. Ev, bark sahibi olup, çoluk çocuğa karışır.
Anadolu paylaşılır. Padişah tahtı düşmana bırakır. Osmanlı resmen Sevr anlaşmasıyla müttefik güçlerin sömürgesine dönüştürülür. Ortada devlet olmayınca esirler de evlerine gönderilir.
Mustafa Çavuş karısını getiremez. Apar topar gemiye bindirilip Anadolu’ya gönderilir. Dönüş yolunda Kızıl Deniz'de kum fırtınasına tutulur ve 43 gün denizde kum esiri olarak kalırlar.
Mustafa Çavuş, köyüne, evine önceki karısına döner. Döner dönmesine bu defa da Anadolu'da Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öncülüğünde kurtuluş mücadelesi başlar.
Yine askerlik
Yine savaş
Yine ölmemek için
Başlar öldürme günleri
Barut
Kan
Ceset ceset insan
Aklının yarısı Tekke köyünde
Yarısı Yemende
Vücudu savaşta
Ne sevdalar yaşadım bir bilsen, Mecnun’un çöllerinde
Ne cefalar çekmişim zalimlerin ellerinde
İşkence ettiler karanlık izbelerde
Ser verdik sır vermedik cellâtlara
Özgürlüklerden çok uzakta
Susamıştık barışa
Sevgiye aşka
Güneşe
Can
***
Ben
Anadolu’nun bozkırlarından
Umudunu gurbete vuran
Sevdayı
Hasretliği
Acıyı bilenim
Ben
Acılar diyarından gelen
Yaban elin gurbet çocuğu
Sırtlayıp geldim
Bütün acılarımı
Yoruldum
Yorgun düştüm
Yılların özlemiyle
Bütün inancımla
Bütün güvencimle
Avuçlarına bıraktığım
Kalbimden vuruldum
İki elim böğrümde
Düştüm iki dizim üstünde
Sürüne sürüne
Ulaşmak için sana
Umutsuzluğun umuduyla çırpındım
Uzattım elimi
Yaşamak için
Tutunacak bir dala
Ellerim boşluğa
Yüreğim acılara düştü
Vay benim deli gönülüm
Yine düşürdün acılara
Acır içim
Kanar yaralarım
Gökyüzünün yıldızınca
Kaç bin yılın özlemi vardı
Savurdum bütün deliliğimle sevdamı
Hayallerimi ördüm
Nakış nakış
Sevdim
Binlerce sabır adına
Sevdayı bildiğim kadar
Başım
Yine duman duman
Bir kara sevda düştü gönlüme
Kekliklerin sektiği
Kekiklerin koktuğu
Dağların doruklarına saldım kendimi
Sıyrılıp kabuğumdan
Avazım çıktığı kadar haykırdım
Bulgur
Soğan kokulu sesim
Ulaşmaz bir türlü sana
Acılarımı paylaştım
Dağların taşı toprağı
Kurdu kuşuyla
Koklaştım söyleştim
Korktum, korkum rüzgârın uğultusu oldu
Sarıldım bütün ağaçlara
Saldım
Saldırdım sarıldıklarıma
Oysa gönlüm
Bir deli hasret
Yıkar duvarları
Bir kıvılcım ateşe
Patlamaya hazırım
Eli yaşamaktan
Beceremedim beni yaşamayı
Kendi içinde büyür yara
Susar diller lal olur
Yangın büyür
Çevrilir hara
On bin acının arsızlığıyla
Haykırır acılar kendini
Karanlığa sıkılan kurşun gibi
Sessizliği boğarak öter gider
Dövülmüş
Sövülmüş
Kovulmuşum
Hasretinden
Özlemin özüne düştüm
Cehennem ’de ateşin közüne düştüm
Yandım, yandım da piştim
Ayrılık acısı düştü içime
Şiir şiir
Türkü türkü
Kelimeler döndükçe heceye
Mısralar dize gelip
Diz çöktü önümde
Haykırırım acımı
Mıh gibi saplandı içime
Susuz çöle döndüm
Dudaklarım yarık, yarık
Sana düştü deli gönlüm
Sevdan bende buruk, buruk
Çöl sıcağı değil, içimi yakan
Yüreğimi hoplatan
Dudaklarım çatlatan
Beni
Beni yakan sen oldun sevdiğim
Yangınlar diyarındayım
Volkana döndü içim
Alev alev ağzım
Kurudu dilim
Oysa şimdi
Uzak diyarlardayım
Hasretliğim çılgına döndü
Ulaşmıyor bir türlü sana sesim
Buralarda boğularak yitip giden ses değildim
Tutku tutku sevdayım
Yürek yürek kavgayım
Katmer katmer gülüm
Petek petek balım
Şiirim demet demet
Mızrap olup tellerde
Bağırdım avaz avaz
Türkü türkü çığırdım
Dağ başında
Çalı dibinde
Bir çobanın dilsiz kavalında
Yanık yanık ses oldum
Oysa bir düşman elinde esirim şimdi
Haydi
Doğrultsun silahını
Çevirsin üstüme namluyu
Nişan alıp kalbimin orta yerine
Bas tetiğe
Bütün nefretiyle mermilerin kussun üstüme
Ateşi ateşle
Gülü kanla
Seni canla yıkadım
Bir gariptir şimdi duygularım
Sarmaşık olup sardım
Sana dolaşır bütün sevgilerim
Yine de
Darmadağın düşlerim
Seni alıp
Nakış nakış işlerim
Be gülüm
Olmasa
Olmasa kahpece gelen ayrılıklar
Olmasa ölüm sessizliği
Ağarıyor artık saçım
Pare pare oldu içim
Haydi, dayan be yüreğim dayan
Sen
Sen acıların bin türlüsünü tattın
Buna da alışırsın
Haydi
Haydi, dayan yüreğim
Dayan dayanabilirsen...
***
Vay
Vay anam
Neler yaşadık
Karanlığın içinde
Dağları da göstermediler
Göstermediler dağlarda, güneşi
Yaktırmadılar dağ başlarına ateşi
Ve kucaklaşamadık özgürlük dolu günlerde
Ne Mecnun ettiler, ne Leyla’yı bulabildik çöllerde
Sevdamıza yasaklar koydular, karanlık izbelerde
Başımıza yağmur yerine zulüm yağarken
İşkenceler çektik, yattık kuru yerlerde
Çöller zindan oldu güneş doğarken
Sevdalar yasak mı dinler be!
İnip kalksa kırbacın
Yürek dayanır
Sesimi
Duy!..
***
Gül yüzlü cananım
Benim nazlı sevdiğim
Esir düştüm esaretteyim
Ahmaklara mahsustur
Gözyaşında boğulmak
Mucizeler
Umudun bittiği yerde
Rastlantılardır olanlar
Ne kadar küllenirse küllensin
Köz, özde kalır
Dönmesem de bir gün
Sakla hüznümü
Sabır gizlenmiş kehribar tanelerini koklarken
Belki hasretle hatırlarsın beni
***
Karayılan bile
Işığa borçludur karayılanlığını
Ağlamanın
Gülmenin rengini göremedik
İnsanı ilkelleştiren hayattır
Şimşekler çakıp
Gök gürlediğinde
Yarılır gökyüzü tepeden tırnağa
Tüm canlılar
Aynı dili konuşmasalar da
Bilirler hayatın anlamını
Makamı bozuk ezan sesiyle irkildim
Başka hayallerde buldum kendimi
Ne minare şerefesi
Ne de yüksek bir taş üstü
Okunmayacak bundan sonra
Bu topraklarda bu ezan
Toprakların dilsiz yabancılaşması gibi
Yitip gidecek bu ses buralardan
***
DİLİM dilim bölündü, etten yapılı GÖNLÜM
Gönlüme söz geçmiyor, susmaz oldu şu DİLİM
Kızgın ateş tutmaktan yanıyor iki ELİM
ELİM, ben sana artık, düşmesin sana yolum
Düşman gelip
Çiğnedi toprağı
Büküp dalı
Kopardı yaprağı
Namussuzlar
Evleri yakıyor
Gözler izlerken
Gönül acı çekiyor
***
Açlığın sınırında
Korkuyu avuçlayıp
Ateşi içtik iliklerimize kadar
Rüzgâr taşımıştı çığlıkları o gün
Ölenler için zaman dönmez
Ölmenin hissi yok
Ölüm hissetmedikçe
Paylaşamadık
Sırtımıza yağan yağmur damlasını
Denizi nasıl paylaşacak insan
Çevirdim yönümü
Hakka açtım elimi
Yaşadım anı
Köze bastım dilimi
İçime atıp
Kovdum iblisi
Her gün aç yatıp
Sildim ekmekte isi
Terbiye ettim
Bendeki dokuz nefsi
***
Başka olur
Zulüm dayağının kahrı
Minnet etmedim asla
Bir omuzu düşüklere
Tohumlar döle yattığında
Ağladı toprak
Gökyüzüne asılmış dev kandil gibiydi
O an tepemizden doğan güneş
Ne dili, ne dini, ırkı olmazmış
Gözyaşının rengi yoktur
Ağıt dediğinde her yerde aynı
Gözyaşının rengi yoktur
Feryat edip yüreğinin közünü
Ağlayarak söyler ana sözünü
Ağıtlarla gelin eyler kızını
Gözyaşının rengi yoktur
Davulla, zurnayla asker uğurlar
Askerini mani ile ağırlar
Duyamaz feryadı gönlü sağırlar
Gözyaşının rengi yoktur
Ana acısına dayanmaz dağlar
Acıya dayanır karalar bağlar
Haykırır dilleri Yiğit'çe çağlar
Gözyaşının rengi yoktur
TEPEGÖZ ÇÖLDE BIRAKTIĞI
AİLESİNE DÖNER
A’oğul
Son kar taneleri düşerken yere
Yüreğin çözülür
Yüce dağdan aşağı
Serin sulara doğru akarken
Nice yollar dizlemiştim
Yıllar yılı gözlemiştim
Arzu duyup özlemiştim
Dilim ile Dilim ile
Tomurcuksun daha yeni
Nasıl mutlu ettin beni
Karşılamak gerek seni
Gülüm ile Gülüm ile
Seni her an uslayacam
Yağmurumla ıslayacam
Çiçeğimsin besleyecem
Elim ile Elim ile
Durma öyle bir başına
Gözleri kapalı
Uçurumun başında
Çaresizlik
Acizlerin işidir
Ölmenin zamanı değil
Ölümüne sevmesini bil
Amacı olan ölüm
Amaçsız yaşamaktan iyidir gülüm
Aç gözlerini
Bakmayı öğren
Dinle yüreğinin sesini
Ölmenin zamanı değil
Ölümüne sevmesini bil
Yaşamak, sevdalanmaktır
Sevdalanmak,
Yeni bir can yaratmaktır
Doğum yapan analar gibi
Acısına dayanmalı sevdalanan...
DÜŞTÜ sesi duyduğum, sanma beni BUDALA
DÜŞTÜ gönül bilinmez, gelip kondu BU DALA
ASMAYA götürürken kırbaçlasan DALIMI
ASMAYA bıçak çalma, kurutursun DALIMI
Sen
Ahımı
Arşa çıkardın
Gelme desem gönlüme
Gel desem aklıma ziyan
Bir ömür boyu eli yaşamaktan
Yaşayamadım kendimi bir türlü
Yükselir çığlıkları, arşa ulaşır boyu
Kıvrım kıvrım bükülür, naza çeker kendini
Öfke kından çıkarsa yıkar kendi bendini
Eriyen demir değil, ateş doğurdu suyu
Saklı durur özünde her gerçeğin sırları
Gizemler arasında çözülmeyi beklerken
Zerreden ol evrene var olmayı eklerken
Hiç kimseler göremez, gördüğüm şol yerleri
Halaya durdu kavga, semah döner düşlerim
Güneş değmiş gözüme, ay sevdama yetişe
Deryalar suya hasret, alev öksüz ateşe
Cehennemden geliyor, gözlerimde yaşlarım
Göz yanılır elbette, aramayın biçimde
Güzelliği taşıyor, sancısı var içimde
***
Aklı Acem kızında kalır.
Tepegöz’ün aklı takılı kalır Acem kızında
Gözlerini yumar yummaz dikilir karşısına
Her gece uykuları bölünür
Kan ter içinde acıyla kıvranarak uyanır
Geçmişe takılıp
Düşlerini mahkûm etmektense
Karar vermeli insan
Ölmeden önce son kez kucaklayıp öpmeli sevgiliyi
"Geride bıraktım Acem kızını
Kaybettim gül yüzlümü
İçimdeki çığlığı
Gidin Yemen'e göçmen kuşlar
Gidin
Hayallerimi getirin bana
Geri getirin yaşam sevincimi
Aş acıyınca
Güneşin de rengi değişiyor
Cennetteki köşkü nidem
Oturacak yerim yoktur
Huri kızlar sizin olsun
Sarılacak yârim yoktur
Rüzgâr olup
Salsam kendimi çöllere
Sürsem yüzümü
Kızgın kumlara"
Bilmediğin suda coşup çağlama
Boz bulanık çayda akarsın gönül
Bin bir emek ile kurduğun bendi
Gün gelir de kendin yıkarsın gönül
Giden gider geri döner sanma ha
Gidenlerin arkasından yanma ha
Seviyorum diyenlere kanma ha
Birçok pencereden bakarsın gönül
Canan diye bu canını yorduğun
Ateş düşse tanıyamaz sardığın
O gönlüne, ellerinle kurduğun
Sarayı ile köşkü yıkarsın gönül
Bir sevenin varsa dünyaya değer
İçten içe sevmek zor imiş meğer
Akılsız başına kanarsan eğer
Ancak sen kendini yakarsın gönül
Ne demişti büyükler:
“Gönül ferman dinlemez”
Gönlü düşmüştü başka güzele
Kudretten sürme çekmiş gözlerine
Dudaklar arasında dilim
Tadı damağımda
Gül yüzüne boyalar sürme
Gülün kokusunda duydum
Bülbülün sesini
Karanlığın içinde
Bir kıvılcım gibi
***
O gün
Güneşin
Ve Cehennemin bile
Buz tuttuğu zamanlardan biriydi
Cennetin melekleri
Katliam yaptılar
Kinin ekildiği topraklarda
Sevgi mi yeşerir?
Allah ile dövüşüp
Şeytan ile sevişenler var oldukça
Kurşun ağırlığında gök
Gürültüsü
Tanrı'nın öfkesi gibi
Çığlıkları
Kulakları patlatırcasına
Yok oluşun
Sessizliğin bataklığında
ölüm kol geziyor
Birilerinin mutluluğu için
İlla ki ölmek mi gerekiyor?
Yatırın tenimi, döşümü açın
Milyar milyar olup canda yaşarım
Yaşarım bugünü, ezelim için
Ahir’i zamanda arar şaşarım
Şaşarım kavgaya, boşa dövüşmem
Göğsüne değmeden asla sevişmem
Bir Allah’lı kırk bin dine değişmem
Ateşler içinde yanar pişerim
Pişerim ocakta mahir elinde
Yana yana türkü oldum dilinde
Sürüklenip durdum sevda selinde
Karıncanın gölgesiyim, koşarım
Koşarım Acem’e bazen Yemen’e
Yerin göğün sahibiymiş kime ne
Ne gerek var ‘gel yanıma’ demene
Bulut olup dağdan dağa aşarım
Aşarım engeli sana varmaya
Sevdanın önünde secde durmaya
Gerek var mı kapı kapı sormaya?
Yol içinde nice yola düşerim
Düşerim peşine kuzu gibiyim
Yapraklı ağacın özü gibiyim
Teknede hamurun tuzu gibiyim
Fırında ateşe salsan şişerim
Şişerim ırahmet yağarken yere
Aşk, aşk ise eğer bakılmaz sere
Kırk yılı sığdırıp ölsem bir kere
Hem bulanıp, durularak coşarım
Coşarım, doğrusu gelse odunun
Kırk bin manası var Elif adının
Kölesi olurum seven kadının
Geçeceği yola güller döşerim
Kalbinin attığı yermiş
İnsanın evi
Kıymetini bilmediğimiz hayat
İnsanın başına bir kez geliyor
Acıyı
Kalbinde taşıdıkça
Uzaklaşırsın mutluluktan
Bilemezsin elbet gurbet adını
Dolanı dolanı dağlar aşmadan
Seçemezsin iyi günde dostunu
Kara gün görmeyip dara düşmeden
Gurbet bende, ben gurbette yanarım
Sılamı özledim nasıl dönerim
Hakkı bilmeyen can hakka varamaz
Özü çürük olan bize yaramaz
Bunca cehaleti gözün göremez
İlim irfan ile dolup taşmadan
Gurbet bende ben gurbette yanarım
Sılamı özledim nasıl dönerim
Yiğit'in derdini sormayan bilmez
İkrar veren insan yolundan dönmez
Yüce dağda karın kıymeti olmaz
Harlı ateşlerde yanıp pişmeden
Gurbet bende ben gurbette yanarım
Sılamı özledim nasıl dönerim...
***
Boşuna yürüme karanlık yolda
Yol şaşırır, dar görünmez
İlim durur iken kula sarılma
Hak bilmezsen nur görünmez
Derdini dert ile kürü bakalım
Gönlünü yerlerde sürü bakalım
Kızgın sac üstünde yürü bakalım
Yanmayınca har görülmez
Satılıyor her şey haraç, mezatla
Etrafını kollayarak gözetle
Demem o ki velhasıl özetle
Yok, bilmeden var görülmez
***
Aşk gibi kızgın
Orman gibi uysal
Dağ gibi sağlam
Rüzgâr gibi ati
Tüy gibi hafif
Gök gürültüsü gibi uğultulu olmalısın
İnsansın
Her yüzde pencere açıp
Bakma içine
Dert dediğin şeyi
Gezlere bakıp
Sözcüksüz anla
Dikensiz gül neye benzer
Batmayınca tadı olmaz
Gönül nazlı yâri özler
Yatmayınca tadı olmaz
Ağaçlarda biter yemiş
Seven canlar neler demiş
Aşk zehiri acı imiş
Yutmayınca tadı olmaz
Yiğit kime yaren olsam
Kuş misali gönlüm salsam
Gül dalına varıp konsam
Ötmeyince tadı olmaz...
Mustafa Çavuş
İki el
İki yürek arasına sıkışıp kalır
Kâh Acem kızına,
Kâh köyüne döner
Son yıllarını
Köyünde,
Hasret ateşiyle yanarak geçirir
Bıktım artık taşımaktan ben beni
Gönül yorgun beden yorgun can yorgun
Çok uğraştım tanımaya kendimi
Gönül yorgun beden yorgun can yorgun
Anam babam giydirmişler bu donu
Doğduğumdan beri taşırım canı
Ayırdılar grup grup al kanı
Gönül yorgun beden yorgun can yorgun
Yana yana bir sevdaya dolandım
Her sevene parça parça bölündüm
Eleklerde süzülerek elendim
Gönül yorgun beden yorgun can yorgun
Kıymet olup elden ele dolaştım
Ekmeğimi açlar ile bölüştüm
En sonunda insan ile dalaştım
Gönül yorgun beden yorgun can yorgun
Kâmilî’ydim bir Yiğit'e dönüştüm
Yıllar sonra kendim ile barıştım
Aka aka bir ummana karıştım
Gönül yorgun beden yorgun can yorgun…
Acıları
Yağmur olur
Kar olur
Gök kubbe bile
Mustafa’ya dar olur
Koca dağın toprağını
Sel alı
Altmışına gelmeden
Bir çınar gibi
Ayakta ölür
Mezarı köyünde kaybolmaya yüz tutmuş
Bu yiğidin adını, şanını
Torunları bile unutmuş
***
Kaynak: Oğlu Mehmet Sağlam.
-4-
KEL AHMET
(Ahmet AKPINAR)
1892 (H.1308) Konya, Ilgın, Tekke köyü doğumlu. Hali İbrahim oğlu. 20 yaşında askere alınır. Dağıtımda Bağdat’a sevk edilir.
Dedesi Ahmet Beyşehir Kıreli köyünden olduğu için Kırelili Oğulları denmiş. Kırelili oğullarından Ahmet, biner Bağdat trenine. İnsanlar vagonlarda mal misali, katar katar. Yol aldılar günlerce çöllere doğru.
Kimi zaman
Yel vurur
Kalır izi
Zaman olur
Acı aha döner
Gider masumiyet
Semada eller
Güneş altında yanar yürekler
Güneşin tepeden sarktığı andı
Yarık yarık suya hasret toprak
Çatladı dudaklar
Çatladı yürek
Dayandı zulme insan, dayanmadı topraklar
Dindaş dediklerimin yüzü beni kandırdı
Şu elin gâvuruna uşaklığa soyundu
Kalleşin ihaneti yandırdı yürekleri
Bağdat cephesi kan ağlıyor
Aç, açık düştük yollara
Elde mavzer
Sarıldık yavuklu diye
Musul neresi, Ilgın’ın Tekke köyü nere?
Vatan bildik bilinmeyen bu elleri
Vurduk, vuruştuk, vurulduk
Ölmemek için öldürdük
Ölümü meslek saymışlar bize
Bir kurşun geldi
Sessiz sedasızca
“Kurşun öter” dedikleri meğer koca bir yalanmış
Kör dedikleri kurşun bu olsa gerek
Oyyy anam oyyy
Karanlıkta gelip beni buldu bu kör kurşun
Döne döne girdi sağ göğsüm altından
Ilık ılık aktı kanım kasığıma doğru
O an oracıkta yığıldım.
Yıldızlar
Yıldızlar dans ediyor döne döne başım
Halaya durmuş anam
Ağlar mı?
Güler mi bilemedim!
Oy anam
Can anam
Anam
Dolu dolu Anam dolu
Dolu anam
Anam dolu
Ana dolu
Ana’dolu
Anadolu
Anam
Çöl yolunda cesetler sıra sıra dizildi
Delik deşik yatıyor nice ana kuzusu
Azılı düşmanımız, analarda sızısı
Yüreği çelik sanki acılı insanların
Ahmet, vurulup düşer
Düşerken yan tarafına
Gözleri dolu dolu oldu Ahmet’in
Abisi de 1320 (1904) yılında Yemen’de
Vurulup düşmüş
Sadece künyesi gelmiş evlerine
Bir korku sardı içini
Gönlünün güneyi üşüdü
Diken diken oldu vücudundaki tüyler.
“Acaba ben de mi bu ellerde yitip gideceğim” diye
Duyamazsın
Bunca gürültü içerisinde kurşun sesini
Yokluğun telaşı
Açlığın savaşı yüzünden
Vakit yok acıyı hissetmeye
Hangi ressam fırçaladı
Ensende dolaşan ölüm rengini
Bilemezsin
Kaç bin ayak izine karıştı izlerin
Yürürsün ecel peşinden
Öleceğini bilerek…
Bin türlü hayaller geçti göz önünden
Anası geldi
Yavuklusu geldi aklına
Bir anda
Koca dağ devrildi kafasına
Yumdu gözlerini
Ahmet, Musul’da bir hastanede ameliyata alınır. Kurşunu çıkartamadıkları için yarayı dikip bir hafta içerisinde taburcu ederler. Taburcu olan birkaç askerle birlikte birliğine teslim olur.
Kut savaşı başlamak üzere olduğu için Kut cephesine gönderilir.
İngiliz kuvvetleri ve müttefikleri ile Osmanlı kuvvetleri arasında geçen I. Dünya Savaşı’nın temel muharebelerinden biri olarak tanımlanmaktadır. 1. Kut Muharebesi olarak da bilinir. Dicle Nehri kıyısında Kut’ül Amare şehri yakınlarında konuşlanmış İngiliz ve müttefiklerinin kuşatılmasıyla başlayan muharebe, kasabanın Osmanlı Ordusu tarafından ele geçirilmesi ve İngiliz birliklerinin tamamının esir alınması başarısıyla sona erdi.
***
Yaslan can dostum sineme yaslan
Dostumdur bu ellerde
Yanı başımda yatan şehit
Dostumdur bu ellerde tek varlığım, mavzerim
Şehit olmak kurtuluş
Şehit olmak özgürlüktür kızgın çölde
Çölde yaralanmak zulümdür
Zulümdür göğsünde düşman kurşunu
Arap atlar nasıl destan, nasıl destan bu ellerde
Siyah tondan, ışık gözden akar Allah o sevgiyle
...Güneştir karayılanı, Arap atını parlatan
...Bakma sen, üstünde gezdirdiği bir koca şarlatan
Çölün kızgın kumundandır, alev almış yanan gözde
Suyun aşkıyla kavrulsak, tavizsiz can dedik özde
...Özümüz sözümüz birdir, geri dönmek için asla
...Gelmedik biz buralara, başını göğsüme yasla
Kut
Şehri
Yanıyor
Kan ağlıyor
Düşman kuşatmış
Bağdat etrafını
Onlarca cephe
Cephelerde
İnsanlar
İnsan
Lar
Düştü gördüklerim güneş altında
Düştü can telaşına aklı altında
Kurşunlar uçuyor havada
Kurşunlar
Kuştan hafif
Havada kana bulaştı
Barut kokusu
Yaz gününde burası Cehenneme dönüyor
Yaz yaz bitmez çilem, can bedende dönüyor
Ne dense az bunlara, vurdumduymaz, aldırmaz
Nedense birçok insan burnundan kıl aldırmaz
Suyun kıymetini bilmeyen
Yanmaya cesaret edemezmiş
Vatan kıymetini bilmeyen de ölmeye cesaret edemez.
Nasıl olsa
Taş ile toprak arasında
Su serpilerek yaratılmış insan
İngilizler, bir Türk esiri getirene 10 sarı lira vereceklerini vaat ederler. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir söylence yayarlar! “Türkler kaçıyor, kaçarlarken altın ve paralarını yutuyorlar” diye. İngilizlere kanan Araplar ve Filistinliler, ellerinde Arap kamalarıyla yakaladıkları hasta, yorgun ve aç Türk askerinin karnını deşip diri diri midelerinde altın ararlar.
Sokaklar can çekişen yarı baygın insan çığlıklarıyla doldu. Allah bile utancını gizledi. Yarattığı bu insanlar yüzünden!
Güneşin kutsal ışığını
Yüreğime akıtan yıldız
Kurtar beni bu zulmün karanlığından
Salkım salkım düşür ışığını
Alnım üstüne
Gönlüme sonsuzluğu bahşet
İngiliz kötü tepti, bir fırtına koptu
Yaşam ince ipti, kimi altına taptı
Filistinliler, yaptı yapılmayacak işi
İnsan yolundan saptı, söktü ölüde dişi
Eline kama kaptı, diri diri her döşü
Yarıp altın aradı, din, imandan ıradı
Bunlar İngiliz işi, söyle kime yaradı?
Ortadoğu, Ortadoğu
Can çekişir dört bir yanın
Ne dinin belli
Hani nerde Allah’ın?
Sokaklarında yarı canlı
Deşilmiş karınlar
Ölmek bile bir beceri
Yakar gider canları
***
**
*
Kel Ahmet GALİÇYA SAVAŞINDA
Erzurum’dan Kudüs’e, Yemen’den Bağdat’a kadar her tarafta cepheler açılmış. Ordunun gücü iyice zayıflatılmış. Cepheler birer birer kaybedilmeye başlanmış.
Saray damadı, düşük zekâlı bir zatın hırsı ve söz dinlemez küstahlığının en büyüğü, ülkeyi Birinci Dünya Savaşı’na sokmaktı. Bunların en dramatiği Sarıkamış Katliamıdır!
O anda Osmanlı ordusu Kafkas cephesinde, Mısır ve Irak’ta hem Arap ihanetine hem de İngiliz ve Fransızlara karşı savaş vermekteydi. Savaşlardan yorgun, aç, açık ve perişan ordudan 15. Kolordu Haziran 1916’da adını hiç kimselerin duymadığı Polonya ile Avusturya arısında kalan bölgeye, Galiçya’ya gönderilir.
Harekât emri verildiğinde 21560 Er ve 623 Subay, 5200 hayvan bulunmakta idi.
Göğsünden yaralı cepheden cepheye savruldu Ahmet, evine, anasına, yavuklusuna ulaşamadan gönderilir bir başka savaşa.
Başlar
Alman sevicisi Enver’in bir başka savaşı
Vuruşur
Yarı çıplak
Aç açık
Anadolu çocuğu
Bilmez savaşın nedenini
Emir vermiş biz beyinsiz
Kader sanır
Ne gelirse başına…
Ruslarla savaş için Galiçya cephesinde
Bir araya gelerek birleşti birkaç ordu
Boğulasım geliyor bombaların sisinden
Şarapnelin parçası gelip gövdeme girdi
Bir çırpıda fırlatıp beni yerlere serdi
Dudaklarım kurudu, damla su yok tasımda
Yaman dövüşür Ruslar, bize vurdu ha vurdu
Namlusundan çıkan her kurşunun gözü kördü
Kaygılarım çoğalıyor anamın yasında
Vücut denen makine artık kendini yordu
Gündüzün
Güneşe küstüğü günlerdi
Dağları kucaklamış gökyüzü
Ayın
Yıldızların yüz çevirdiği
Zengin kaynakların
Fakir bekçisi
Yüreğinde yurt sevgisi
İçinde yalnızlık
Vakit yok yavuklu düşünmeye
Aklında umudu
Zor günlerin ordusunda
Bir cılız nefer…
Bak, soldu kilimler, hep tel tel yine ipler
Söz bitti yazanlar, kurşun namluda zıplar
Ben canda, yavuklum camda yolumu gözler
Korkarım zalimler böğrümden kama saplar
Yer gök ile birleşir, dağ buluta değende
Bulut aşkla sevişir gebe kalır yağmura
O da elbet özüne döner de dersin alır
Dokunurum, ufukta güneş başın eğende
Yarılır toprak ana yanardağın ağzında
Öfkesini fırlatır yedi kat gökyüzüne
Sular sırra dönüşür dayanamaz közüne
Girdaba yakalandım, bir hayatın izinde
Arı kabına sığmaz sevişiyor kovanla
Aşkını birleştirmiş sarı balın özünde
Nameleri gizlidir ozanımın sözünde
Gök kubbe yere değer uzatırsan elini
Her mahsulün sevdası ayrı düşer toprağa
Filizlenen tohumlar sancılanır yaprağa
Yürüyen çok mezar var,
Dolaşan ceset gördüm
Bir bileni arayıp; ‘’Kim bunlar’’ diye sordum
‘’Her çağ mertle birlikte döneğini var eder
Var oldukça ulus, size ülkeyi dar eder.’’
Demesine dediler
Üçler, beşler, yediler
Bir yalancı tarih
Bir kiralık masa
Akıyor masanın
Her tarafı ayrı tasa
Kalem kırdı
Kusa kusa
Kadılar, müftüler…
***
Cepheden cepheye koşar Ahmet
Yaşadıkça sevinir coşar Ahmet
Sel olup kabından taşar Ahmet
Ne gelirse başa artık
Tesadüfle yaşa artık
Emir verdi paşa artık
Yaşam artık
Yemek artık
Üst baş artık
Artık
Yaşa artık
***
Dokunduğum ne var ise alevlendi ellerim
Söylemeye dilim varmaz, kilitlendi dillerim
Kara sakal, kara peçe, geçilmiyor yollarım
….Geçit vermez karşı dağlar, açmadan çiçekleri
…..Uzaklardan gelen sese oynuyor köçekleri
Eğildim yerde taşa
Kurbanım kara kaşa
Allah belanı versin
Vicdansız Enver Paşa
Kurtuluş şehitlerinin kemikleri sızlıyor
Gaflet, delalet içinde yatanları izliyor
Toprak, topraklıktan çıktı, kurtarıcı gözlüyor
….Geçit vermez karşı dağlar, açmadan çiçekleri
…..Dağlar ağlar, utancından eridi saçakları
Elmalarda nardayım
İçim yanar hardayım
Kaç savaş geçti bilmem
Ben hala buradayım
Cehennem ayağa kalktı
Umursamaz cennettekiler
Ölüm
Yaşam döngüsüdür
Ölüler
Yaşayanları besler
Ölenlerin ardından
Yaşayanlar ağlar
***
Ahmet’in çarıkları paramparça
Sarıp sarmalamış
Çorap yerine poşisinden bir parça.
Burası Galiçya dağları
Adını sanını kimselerin duymadığı yaban elleri
Kurdu, kuşu bile yabancı
Benzemiyor buralar
Ne Ilgın ovasına
Ne de Tekke dağlarına
Bağdat’ta güneşe sövmüş
Galiçya’da tipiye
Bastı ana avrat
Ağız dolusu küfür
Soğuk vurgunu
Benzemez başka şeye
Acı soğuk dedikleri bu olsa gerek
Atım yok ki bineyim
Şu dağlardan ineyim
Yâr çağırır yanıma
Söyle nasıl döneyim
Bir yanda
Düşman ile savaş
Bir yanda
Bu dağların ayazı
Ahmet’in çaresizliği
Akılda fikir bırakmaz
Çaresiz kaldığı o anda
Kolaçan ederken etrafını
Başıboş bir eşek görür
O an
Eşekten bir parça deri yüzüp
Çarık yapmak geçer içinden
Yaklaşır eşeğe
Acı, sevincine karışır bir an
Ya can!
Ya canan!
Can canandan ağır basar
Aklından geçeni başlar yapmaya
Bağlar eşeği bir ağaca
Çıkarır kasaturasını
Titreyen elleriyle
Yaşlı gözlerle
Ağlaya ağlaya
Koyulur canlı hayvanın derisini yüzmeye
O an
Gözleri takıldı
Eşeğin gözlerine
Ahmet
Ağlamaya başlar
O an eşeğin gözlerine takılır gözleri
Eşeğin gözlerinde
Acının rengini gözleriyle çizdiğini görür
İçi ürperir bir an
Çıplaktı ayakları Ahmet’in
Çaresizdi
Ağlaya ağlaya
Bir çarıklık deriyi yüzdü
Eğilip yere
Karların altından bir avuç çamur aldı
Doğruldu yavaşça
Sessizce avazı çıktığı kadar bağırdı
Ağlayan gözlerini yumdu
Avucundaki çamuru
Eşeğin kanayan yarasına elleriyle sürdü
Sürdü
Sürdü
Sürdü dermanı kesildi
İki dizi üstüne çöktü
Bin lanet okudu
Savaşa da savaşı icat edene de
Kendisini cepheden cepheye sürene de
Ağzı dolusu
Ana avrat sövdü
Sövdü
Sövdü ha sövdü…
***
A’oğul
Ne zaman bir eşek görsem
Ayağıma bakar
Utanırım eşeklerden
İki elim havaya kalkar
Tanrıya yalvarırım
Eşekten af dilemek için
Ne zaman bir ıslık sesi duysam
Kurşun sanır irkilirim
Uyansana, ne kaldı çok kullandın izini
Uyansana, takip et gerçeklerin izini
Derini yüzenlerde ne utanma var ne yüz
Derini görüp korkma, bu deniz senindir, yüz
Yüz yıllardır bitmeyen savaşların acısı
Acısı insanadır
İnsanadır bunca zulüm, bunca ölüm
Ölüm tabandadır
Tabandadır ezilenler
Ezilenler uyansın artık
Artık yeter
Yeter!..
Saray soytarısı bir paşanın meclis kararı olmadan tek başına aldığı bu karar sonunda yaklaşık 1 yıl süren, 12.000 şehidimize mâl olan Galiçya macerası Osmanlı için 1917 yılının ağustos ayında son bulmuştur…
***
Kel Ahmet KURTULUŞ SAVAŞI CEPEHSİNDE
Doğu Cephesi, Güney Cephesi ve Batı Cephesi olmak üzere üç bölgede yeni savaş, yeni ölümler.
Başkomutan Mustafa Kemal, İnönü ve Fevzi Çakmak ve daha niceleri…
Yeniden askere almalar. Yeniden toparlanma ve yeniden savaş.
Sokaklar yine tellallarla doldu. Tellallar; her biri kör, sağır, topal ya da çolak tellallar. Ellerinde kasnakları patlamış davullarıyla, sokak sokak bağıran tellallar.
Ahmet üçüncü defa göğsünde kurşunla güney cephesine gönderilir.
Kütahya, Afyon ve Uşak üçgeninde savaşır.
Savaşlar biter mi hainlerin olduğu topraklarda
Cepheler açıldı yurdun dört bir yanında
Paylaşım başladı
Üşüştü leş kargaları
Can çekişen canana
Paylaşılır Anadolu
Emperyalist başlar ile
Bu defa askerlik zorla değil
Zorunludur yiğidim
Söz konusu memleketim
Anam
Bacım
Avratım
Bayrağım
Yani namusum
Adı konmuş bu savaşın
“Kurtuluş Savaşı” denmiş ona
Bu savaş ki
Bir milletin özgürlüğü
Haydi, rastgele yiğidim rastgele
Ağustos sıcağı vurmuş
Buharlaşan su misali
Topraktan gökyüzüne
Buhar buhar
Kıvrım kıvrım
Yok uzun
Düşman yaman
Aman oy aman
Aman
Kim silecek gözünden bu toprağın yaşını
Mezardaki taşını söküp atın başından
Uyanmazsa düşünden, uyandırır çan sesi
Bu millet neden sağır, kim kör etti söyleyin
Neyin var kardeş neyin? Sesin çıksın az bağır
Yükümüz çok da ağır, dinle biraz can sesi
Nereye böyle? Dur ey karanlıklar yolcusu
Uyan ey Anadolu’m, haykır sesini hey, hey
Olmaz deme olur şey, bir duyarsan kan sesi
Gelin edip vatanı al duvağı takan o
Haydin, dirlik içinde birlik olun da gelin
Dağları duman sardı, kurt durmaz, ateş inde
Ateşinde yanmak için gönüllere akan o
***
O gün
Yaklaştıkça ağır ağır
Yürekler kuş misali
Korkudan mı?
Heyecandan mı?
Duyuluyor
Ölümün ayak sesleri
Kurdun
Kuşun sustuğu andı
Düşmana satılan az değil hani
Vatan
Yiğit doğuran analarla
Ölmeye hazır yiğitlerle dolu
Ana dolu
Yiğit dolu
Karargâhlar taşınıyor, Akşehir’den Şuhut’a
Bazen Hakkın işi deyip, benzettiler Uhut’a
Asırlardır bu topraklarda
Birlikte yaşayıp
Bugünlere gelen
Zaman tokmağını birlikte yiyen
Tavukları tavuklarına
Oğulları kızlarına karışmış
İnanan inanmayan
Gavur, Müslüm
Birlikte yaşayan
Bu toprakları vatan yapanlar
Üstünde yaşayıp uğrunda ölenler
Hani derler ya:
“Mantık duygunun önüne geçmeye görsün”
Ah çekip
İç geçirir
Dudaklarından dökülen ses
“Ben zor günlerin ordusunda
………….biçare fukarayım
……………gecem hasret yıldızın ışığına”
Çınlar kulaklarda uğultu saçarak.
Olur olmaz yerde
Olur olmaz zamanda
Çınlar havada kurşun sesleri
Gün gelir görürsünüz, kalkan dumanı tozu
Başınıza inecek Ergenekon balyozu
Trablusgarp, Yemen ve Çanakkale, Sakarya
Zindan oldu mabetler öksüz öksüz bakar ya
Kızılırmak Menderes, Fırat, sessiz akar ya
Gün gelir görürsünüz, kalkan dumanı tozu
Ne suçu var kuşların, uçmak idi işleri
Prangaya vurdunuz insandaki düşleri
Köpekleri saldınız, toplayıp ta taşları
Başınıza inecek Ergenekon balyozu
Varsın kararsın,
Yitip giden gece
Doğmasın ay, yıldızlar
Karabulutlar sarmış dört yanı
İstemesen de
Şafak kan kırmızı
Güneş kızıl doğacak
***
Atlar
Eşekler ve mandalar…
Eşeği cephede görünce
Galiçya geldi aklına
Derisini yüzdüğü eşek
Bir anda göz önünde belirdi
Gözleri doldu Ahmet’in
Ağladı için için
Başını avuçlarıyla okşadı eşeğin
Ayakları keçe bağlı
Ağızlarında torbalar
Gecenin karanlığında
Bir cepheden başka cepheye
Ağır ağır yol aldılar
Aliler, Hasanlar, Mıstıklar. İbremler
Mehmet ve Ahmetler
Kısacası Mehmetçik
Düşman bu dağların arka yamacında
Tehlike diz boyu
Uykusuz geçen geceler,
Gündüzleri sayma…
Sarıkamış dedikleri kar altında kalanda
Doksan bin karçiçeği açıp geldi bugüne
Her biri kanatlanıp uçup geldi bugüne
Çanakkale’den geçip can buldular çok canda
Sakarya, Dumlupınar, İnönü’den süzülüp
Birer birer yatan tüm şehidi yokladılar
Mustafa Kemal’imden emir beklediler
Her biri Koca Tepe sırtlarında dizilip
Ölenlerin her biri birer ana kuzusu
Sızısı içte saklı, döner durur havada
Sancı vardır filizde, sancı vardır ovada
Can verip, kan ağlıyor Anadolu yazısı
Kanatlanıp Afyon’dan varmak için İzmir’e
Asker oldu her biri, mavi gözlü bir pîre
Vay gözünü sevdiğimi Sarı Paşa
Kemal’im yiğidim
Geçtiğin yollara yüz süreyim
Sen emir ver ben öleyim
Kanım
Canım
Feda olsun bu ömrüm
Şafak söktü
Güneş doğdu Kocatepe’den
Kuruldu sofra
Ay başını eğdi
Akın etti yıldızlar
Güneşin sofrasına
Hücuma geçti
“Aç ve sefil” dedikleri ordu
Hem de öyle bir hücum ki
Günlerce koştu birçoğu güle oynaya
Şaşkına döndü işgalci güçler
Dağlar taşlar nara attı sevinçten
Kuş sesleri
Kurşun sesine karıştı
Açlar
Açlığı unuttu koşmaktan
Vurulanlar
Yere düşmedi
Ölenler bile ayaklandı
Koştular İzmir’e doğru.
Mustafa Kemal, İsmet ve Tevfik Paşa
Çal köyünde
Yıkılmış ev avlusunda
Kırık kağnı etrafında
Yüzlerinde tebessüm
“İzmir yolu göründü” dediler.
Zulüm ve gurur abidesi işgalcilerin
Kırıldı dirençleri
Sarsıldı inançları
Eskişehir, Uşak
Eşme, Gediz ve Seyitgazi
Alev alev yandı
A’oğul
Hepsi kötü değil Rumların elbette
Kimi Rum yerlileri
Taa başından karşıydı bu işgale
Yakıp yıkıp giderlerken de karşı koydular
Birçoğu da öldürüldü soydaşları tarafından
Kimi tacı tahtı taşır
Ocak kızgın sacı taşır
Suçum vatan sevmek imiş
Seven yürek acı taşır
İlkem için vurdum demir yumruğu
Özgürlük kazınmış ezelden özüme
Bayrağı bilmeyen ne bilir tuğu
Namertler merhem süremez sızıma
Bir ateş düşürdü yakıyor dağı
Su serpemez asla yanan közüme
Koparmış ipini çevirdi çağı
Daha utanmadan bakar yüzüme
Bağban dövüp talan ettirdi bağı
Kar yağdırdı baharıma yazıma
Dolu dolu Ana dolu
Ana dolu yiğit dolu
Dört bir yanda zaferi
Kutlar oldu kutlar oldu
Yiğitlik ve cesaret
Zalimi ve kibiri yendi
Demesine dediler
Üçler, beşler, yediler
Bir yalancı tarih
Bir kiralık masa
Akıyor masanın
Her tarafı ayrı tasa
Kalem kırdı
Kusa kusa
Kadılar
***
Ahmet
Savaş sonunda köyüne döner
Evlenir
Barklanır
Yıllar sonra kurşun yarası irin akıtır
Hekimlerin alamadığı kurşun
İrinle beraber dışa vurur.
Aklına Bağdat, Kut, Musul gelir
Sokaklarda
Acı çekerek ölsün diye
Karınları deşilmiş Türk askerleri
….........…..gözleri önüne seriliverir
Açar iki elini semaya
Güneşli gök kubbe altında
Teker teker can verenler
“Eyy bu toprak altında yatanlar
Birer birer hepinizi
Öpeyim ışıklı alınlarınızdan
Öpeyim hepinizi ayırmadan
Kayırmadan” der
Unutmaz Ahmet Galiçya’lı eşeği
Her aklına gelişte
Eşek için gözyaşı döker
Kaynak: Oğlu İsmail Akpınar ve Torunu İsmail Şimşek.
,
-5-
KÖR MEVLiT
(Mevlit ALTUNKAYNAK)
Mevlit Altunkaynak, Konya’nın Ilgın ilçesine bağlı Tekke (Beykonak) köyünden; Kurtuluş Savaşı’na katılmış yiğit bir insan.
Savaş sonu yıllarda köyünün ilkokulunda, her yıl öğretmenler davet ederdi. O da öğrencilere savaş anılarını anlattırırlardı.
Öğrenciler anlatılanları adeta Kaf Dağı masalı gibi dinlerken Mevlit Altunkaynak gözyaşlarına boğulur. Anlattıklarını bitirince arkasını dönüp kürsüdeki Atatürk resmi önünde başını eğerek bir an öylece kalır; “Allah’ın bize en büyük armağanı bu mübarek insana ne desek az gelir. Cennet mekânı olsun,” diyerek sınıftan ayrılırdı.
Herkesin savaşa tekrar tekrar alındığı o günlerde Mevlit de savaşa çağırılır. Katıldığı birlikte birkaç gün silah talimi yaptıktan sonra apar topar Sakarya cephesine gönderilir. Ardından Akşehir’e oradan da Afyon cephesine sevk edilir.
Ay oğul
Can oğul
“Eve ateş düşerse
Dumanı her yerden görünür” derler
Suya bir düşerse yaprak
Dalga dalga genişler halkaları
İnsan
Güzel şeyler düşünmeli yine de
Güzel duygular
Meltem gibidir
Eserken yürek okşar.
Yükselir çığlıkları, arşa ulaşır boyu
Kıvrım kıvrım bükülür, naza çeker kendini
Öfke kından çıkarsa yıkar kendi bendini
Eriyen demir değil, ateş doğurur suyu
Saklı durur özünde, her gerçeğin sırları
Gizemler arasında çözülmeyi beklerken
Zerreden kâinata yolculuğu eklerken
Hiç kimseler göremez, gördüğüm ol yerleri
Halaya durdu kavgam, semah döner düşlerim
Güneş değmiş gözlerime, ay sevdama yetişe
Deryalar suya hasret, alev öksüz ateşe
Cehennemden taşınır, gözlerime yaşlarım
Göz yanılır, manalar aramayın biçimde
Yarınlara taşıyor sancısını içimde
Aşk
Sırdır
Kanıttır
Ve nedendir
Toprağımıza
Aşığız aşk ile
Namusumuz, arımız
Her şeyimiz vatanımız
Tarlada izin yoksa
Hasatta sözün olmaz
İnsan göze almalı ki ölümü
Toprağına yüz sürmeye yüzü olmalı
Uykusuz geçen geceler
Sakarya, Sakarya
Açılmıyor göz kapakları uykusuzluktan
Gün yirmi dört saat
Günlerdir aman vermiyor düşman
Mermi kusuyor makineler
Gövdeler delik deşik
Kimi vatan uğruna
Kimi vatan yapmak uğruna
Ölmemek için öldürüyor
Ölüyor
Ölüyor.
Gece gündüz hiç durmadan aç karnına vuruştuk
Nice canlar kan döktüler, can baş ile savaştık
Savaştık ölümüne
Ölümüne sevmek için
Sevmek güzel şey yaşadığın bu toprağı
Toprağı eğilip öp
Öp yavuklu alnında öper gibi
Ah Sakarya
Sakarya
Mermimiz bitti
Kanımız süngü ucundan akar ya
Bulana, bulana akarsın
Dolana dolana
Taviz verme Sakarya
İhanete, yalana
***
AKŞEHİR AFYON CEPHELERİ
Açlıktan iskeleti çıkmış
Mandalar
Katır ve eşekler
Ayaklarında keçe bağlı
Burunlarında ellerimiz
Her an tetikte
Bütün uzuvlarımız
Ağır ağır taşırlar savaş yükünü
Dört bir yana pusu kurmuş iç düşmanlar
Aratırlar dış düşmanı
Gündüz yol almak
Geceden beter
Yürüyoruz ağır ağır
Hava karanlık yine, ay yüzün çevirdi
Kapı sağır, duymuyor; pencere kör, görmez
Uyan Mevlit’m uyan, soysuz çınar devirdi
Ülke nasıl kuruldu? Kendisine sormaz
….Uyanırdı yerde taş, sevgi olsa biraz
…..Uyanırdı, vatana sevgisi olsa az
……Uyanır kara kütük yapmazdı boşa naz
Boşa gitmez elbet verilen madalya
Atların izi it izine karıştı
Eşkıya götürür malı, sümük salya
Dini alıp satanlar, terörle yarıştı
….iki yüzlü hain bizi bizden etti
…..Sepette çürükler yüklerini tuttu
……Şu koca ülkeyi hamutuyla yuttu
Kartal kanatlılar dünkü şahinler
Tekrarlayan papağana döndüler
Cephelerde dağıtılan tahinler
Daha yolda paylaşıyor hainler
….Elbet hırsızlar da yorulur bir gün
…..Uzak sanılana varılır bir gün
……Böyle kalmaz, hesap sorulur bir gün
Ey
Vatan
Uğruna
Nice canı
Bir bir düşürdün
Kefensiz canları
Toprak altında yatan
İhanet ölümden beter
*
Bir korku sindi içime
Yüreğim ağzımda
Nedensiz yaşamak zor
Yine de yaşıyoruz
*
Ay oğul
Bir bilsen
Bir bilsen
Mahkûm etmişim
Hayatımı yaşamaya
Hayat dedikleri
Bir nefeslik değil mi?
Bir karanlıktan çıkıp
Başka karanlığa gider gibiyim
*
Bu gidişe karşı koyup
Duramazsan ağlatırlar
Çevik olup ondan önce
Vuramazsan ağlatırlar
En asil kan damarında
Yenecek güç şamarında
Sen düşmandan hesabını
Soramazsan ağlatırlar
Yollarından engelleri
İllerinden çengelleri
Kollarından zincirleri
Kıramazsan ağlatırlar
Ah be cananım
Sevdiceğim
Gül yüzlüm
Gökyüzüne bakıp
Seni düşündüm yine
Yanı başımda oturur oldu ölüm
Sensizliğin yalnızlığında
Bakamamak gözlerine
Okşayamamak saçlarını
Yitip gitmenin korkusu biryanda
Bir yanda umut
Acıyı
Cehenneme taşıyacak yol buldum
Ne zor şeymiş meğer
Ölümün kıyısında seni özlemek
Kaçırdığın an gibi
Bakakalırsın arkasından
Ölüm yüzüne güldüğü an…
Gece karanlıkta yollar içinde
Yol gösterdi bana Çoban Yıldızı
Bu dağlarda nice yollar içinde
El gösterdi bana Çoban Yıldızı
Öldüm, ölenlerin bilmem kaçında
Türkü oldum gidenlerin göçünde
Çoban kavalında diller içinde
Dil gösterdi bana Çoban Yıldızı
Ağaç bile yeşil giysi giyinmiş
Şehitlerim kızıl kana bürünmüş
Ana rüyasında çiçek görünmüş
Gül gösterdi bana Çoban Yıldızı
Özgürlük
Mutlulukmuş
Gökyüzüne bakıp
Bir yıldız seçtim
Bu gece
Ölümün özgürlüğünü özledim!
*
Gelin edip vatanı al duvağı takan o
Haydin, dirlik içinde birlik olun da gelin
Dağları duman sardı, kurt durmaz, ateş inde
Ateşinde yanmak için gönüllere akan o
Öğrenemediysen
Taşa tohum ekmeyi
Bataklıkta sivrisinek avlanmaz
Can verildi
Kan ile sulandı bu topraklar
*
Çiçeksiz dağların sümbülüyüm ben
Gülsüz bahçelerin bülbülüyüm ben
Dağ başında yalnız giden yayada
Var olmuşum namus ile ayada
Uçurumun başındaki kayada
Çiçeksiz dağların sümbülüyüm ben
Umut kötülüğü baştan atıyor
Direnmesin bilen taşta bitiyor
Gül dalında serçe bile ötüyor
Gülsüz bahçelerin bülbülüyüm ben
Yüreğimin derinliklerinden
Süzülüp geldi
Gözlerimden iki damla yaş
Düştü
Kuru yaprak üstüne
Canlandı yaprak
Kanla sulanan topraktan
Can fışkırdı
***
Paşalar içinde bir paşa
Bilye gibi mavi gözleri
Güneş kadar sıcacık sarı saçları
Görmedim
Görenler söyledi
Bakışları taşı eritirmiş
Kuru deriyi yürütürmüş
Hani kuru deri dediysek
Alta serilen posta demedik
Bitmiş tükenmiş bir ateşi
Nefesiyle köze çevirdi
Can çekişen hastaya
Cesaretle can verdi
Kocatepe’den emir geldi
“Ya istiklal
Ya ölüm”
Hedef İzmir
Aç ordu yollara düştü
Bozulan düşman kaçtıkça
Sanki karınları doyuyormuş gibi
Koştukça koştu
Canlar deryasına vardım
Düşen candan biraz aldım
Nice dertte derman buldum
Gizli gizli acım vardır
Geçilecek engeller
Yürünecek yollar
Alınacak öcüm vardır
Acıları kürüdüğüm
Vatan, namus yürüdüğüm
Çıplak ayak sürüdüğüm
Kızgın alev sacım vardır
Ateş kızgın
Gönül kızgın
Dört yanım kuşatılmış
İhanet çemberinde
Dişlerim gıcım gıcım
Namluya sürecek
Mermi kalmadı
Elimde süngü
Alınacak öcüm vardır
***
Boynuzu kırık öküz
Ayağı topal eşek
Hasta katır
Kemikleri çıkmış at
Bozuldukça düşman
Şaha kalktılar
Tozu dumana katıp
Yürüdüler dörtnala
Ey yolcu susma, haydi haykır sesini
Es deli rüzgâr es, tutmadan yasını
Ay yıldızlı bayrağı yorgan etti canlar
Ses ver sesime ses haydi sil pasını
Herkes
Cennete gitmek ister
Neden kimse ölmek istemez?
Akıl diyarında
Hayal büyücüleri çıkmaz
Ay doğmuş kan kırmızı
Haberin var mı oğul?
Ve güneş
Kanla yıkanmış topraklar üstüne
Altın gülüşünü sundu
Gördün mü oğul?
A’oğul
Küpe yap kulağına okuduklarını
Bir masal değil bu
Rahat uyuduğun bu topraklarda
Yeniden diriliştir
Dününü bilmeyen
Yarınını kuramaz
Unutma oğul
Unutma
Unutma
***
Savaş anılarını anlatırken Mevlit
Hıçkıra hıçkıra ağlar
Bazı zaman da bir mani tuttururdu.
Binecek eşeğimiz
Kapıda eşiğimiz
Yok idi yok a’oğul
Yatacak döşeğimiz
Dağlarımız arıksız
Ayağımız çarıksız
Bir günümüz geçmezdi
Tabanımız yarıksız
Karlı dağda kar üstünde bayrağı yorgan yaptın
Sen âşık, ışık ol, canla, başla yüreklendir, can
Sen ki yatmadan altında, kanlıca toprak öptün
Ey atam, mürekkep sanma, şimdi yazan kalem kan
Kan damladı toprağa
Toprağa düştü can
Can vatana kurban
Kurbanım
Kurban
Uyku tatmadın insanüstü, ey yüce insan, önder
Var gücünle biz genç nesle, cumhuriyet kurdun sen
Darda ülke, parsellendi, hak ışığından gönder
Arzuhal-i yaza yaza, bak utanır oldum ben
Bu yaz geçerse kurak
Dökülür dalda yaprak
Berekete dönüşsün
Savaş yorgunu toprak
Dokunduğum bu topraktan alevlendi ellerim
Söylemeye dilim varmaz, kilitlendi dillerim
Kara sakal, kara peçe, geçilmiyor yollarım
….Geçit vermez karşı dağlar, açmadan çiçekleri
…..Uzaklardan gelen caz’a oynuyor köçekleri
Köçekler
Köçekler
Meydana çıktı kaçaklar
Kapılar çalınmasın
Hırs için ölünmesin
Çoluk çocuk bir daha
Askere alınmasın
Kurtuluş şehitlerinin kemikleri sızlıyor
Gaflet, delalet içinde yatanları izliyor
Toprak, topraklıktan çıktı, kurtarıcı gözlüyor
….Geçit vermez karşı dağlar, açmadan çiçekleri
…..Dağlar ağlar, utancından eridi saçakları
Güneşin yüreği yanarken
Yıldızın gönlü yırtılır
Parçalanır orta yerinden
Vatan sevgisi varken
Vakit kalmadı
Yar sevmeye
Can
Gövdeye
Yük mü olur hiç?
Sakın her insana güvenme
Dağ başına yalnızlığı sorulmaz
Seven gönül hiçbir zaman kırılmaz
Aç kalana acıyan çoktur
El uzatan bulunmaz
Güneş çok yalnız
Üşüyor
Can
*
Mevlit, gözyaşları içerisinde Kürsüdeki Atatürk resmine dönerek, yaşından üstün bir çeviklikle selama durur. Sağ elini Atatürk’ün resmine dokundurup kendi dudaklarına götürerek bir öpücük atar ve sol göğsü üstüne bastırarak bir an bekler. Daha sonra resme arkasını dönmeden, geri giderek sınıftan ayrılırdı.
Kelebekler uçuyor
Uçup uçup kaçıyor
Savaş denen bu illet
Fakirleri seçiyor
Sonbahar gelende
Dökülür yapraklar
Dökülen yaprak değil
Giden ömürdendir
Mevlit
Yokluk ve yoksulluk içerisinde
Yitip giden kahramanlardan birisidir
Ne ölüm yılını bilen var
Ne de mezarını bilen var
Konya
Ilgın’ın Beykonak (Tekke) köyünden
Kurtuluş savaşı gazisi
Mevlit Altunkaynak
***
Mevlit Aluınkaynak, 1972 yılında Ilgın’ın Tekke Mahalle Mezarlığı’nda taşı toprağa karışmış ziyaretçisi bile olmadan, başını Toroslara yaslamış yatıyor.
Kaynak: Torunu Ramazan Altunkaynak
******
-6-
TEKKE’Lİ TOPAL MEVLİT
“Cehennemi görüp geri dönenlerin destanı”
A-oğul!
Eskiden davullar çalardı
Vurdu mu tokmağı deriye
Can çekişen manda gibi
Sesler çıkartırdı davulun derisi…
Ne zaman zurna sesi duysak
Anlardık kurulduğunu
Düğün derneğin…
A-oğul!
O günlerde tellallığı topal şeytan yapardı
Şeytan topal olsa neyse
Bir gözü de kördü
Topal şeytanın davulundan
Bir gümbürtü çöktü mü?
Çifter çifter ocaklar yanardı
Anaların yüreğinde
Üşürdü taze gelinlerin yatağı…
Canı sıkılınca
Bir eğlence ararcasına
Çıkardı mezar arasından ıslık çalarak
Şeytan bu
Hem kör,
Hem topal;
Bir bildiği vardır elbette…
Merhametsiz padişah zalim olmuş
Arımızı baldan aldı
Ülkenin her yanına ferman salmış
Erimizi elden aldı
Göz açalı sürünürüz batakta
Dökülecek taş kalmadı etekte
Canı ile uğraşırken yatakta
Dirimizi elden aldı
Dadanmıştır uykumuza dalaşan
Paşa olmuş kemikleri yalaşan
Sırtımızda bizim ile dolaşan
Kirimizi elden aldı
Aldı mı kör, topal şeytan davulu
Davulu inlerdi acı acı
Acı düşürür yine yüreklere
***
Kel Fadim derler anasına
Tekke’li Mevlit’in (Mevlüt)
Kimse bilmez
Neden Kel Fadim dendiğini
Babası Trablusgarp’a gitmiş.
Ne künyesini
Ne dirisini
Ne de ölüsünü gören var
Fakir Kel Fadim
Oğluyla bir başına yaşar
Hayret,
Bugün güneş doğmuş
Işıltılı bir kış günü
Vakit ikindi
Alaca mavi giyinmiş gökyüzü
Vay imanına yandığımın topal şeytanı
Davulsuz, tokmaksız kalasın oyy
Boynunda davulu
Elinde tokmağıyla
Düşürdü ocaklara
Yine ateşleri, vay ki vay
Elinde ferman ile
Dayandı Kel Fadim’in kapısına;
‘’Ferman buyurdu yüce devletli
Askere alınacaktır oğlun Mevlit
Bedeviler kan gölüne çevirmiş Yemen’i
Teslim olup gitsin tez elden Muş’a
Oradan tren kalkacaktır Nuş’a’’
Deyip, gösterdi fermanı
Ve
O an
Çözüldü
Diz bağları
Hemen orada
Bizim Kel Fadim’in
İki dizi üstünde
Diz çöküp oturdu yere
Vurdu elleriyle başına
‘’Memlekete kıran mı geldi ki
Sultan göz koydu sabime
Babası Trablusgarp’tan dönmeden
Nasıl salar oğlunu Yemen’e?
Sultan önce versin hele erimi
Ben anayım
Elbette bilirim yerimi’’
Dedi Kel Fadime
Demek kolay elbette
Gel de yaşa o anı hele
KAPILARI dolaşırsın Sultanım
Oğlum küçük daha, bilmez YOLLARI
ISSIZ koydun bizim tüm YAPILARI
ALLARI giyinip nere gidecek?
Allah senin için vermiş CANIMIZ
GİDECEK zamanı gelince elbet
KANIMIZ emmekten keneye döndün
Bunlar çocuk daha, kimler GÜDECEK?
Ve
Yaya
Yapıldak
Düştü yola
Doğuya doğru
İstikamet Konya
Ana kuzusu Mevlit
Rehberi topal Şeytanla
*
Kör olur derler
Topal şeytanın katırı
İnatçıdır, bilmez hatırı
Bazen Mevlit’i
Bazen şeytanı götürü
Geçerler bağları
Aşarlar dağları
Varırlar
Güneşin doğduğu
At uçuran dağının arkasında
Anadolu’nun ortasında
Bir ovada kurulu Konya’ya
Burası Konya tren garı
İnsandan çok
At, katır ve eşek var
Çeşit çeşit insanlar
Esmer, kumral kimi de sarı
Ayrı ayrı olsa da
Tenleri,
Saçları,
Bir amaç uğruna
Birlikte bindiler trene…
Her sabah her sabah yaprak dökümü
Dolu ile fırtınalar esip geçmeden
Bu yıl erken gelmiş meğer pancar sökümü
Küme küme sığırcıklar köye göçmeden
…..Sultan bize türlü türlü derdi açmadan
…..Canımız ol bendende henüz uçmadan
…..Git göründü gayrı korkak gibi kaçmadan
Karanlığa kulaç atmış ay ışığı
Kuş uçmaz dağlardan geçer mi kervanlar?
Pilavdan dönenin kırılsın kaşığı
Kuşak kuşak gen gen çoğalır Mervanlar
….. “Kabristana” dönmüş geçtiğimiz yollar
…..Susuzluktan kurur olmuş yeşil dallar
…..Cebimizde kefen ay yıldızlı allar
Hep batıya gider sandım yolları
Neden yönümüzü güneşe döndük?
Kime sorsam konuşmuyor dilleri
Bir binitten inip birine bindik
…..Tabur tabur nice canlar dizildi
…..Ardım sıra anam, yârim üzüldü
…..Toz bulutu peşimizden süzüldü
Sevdiğini çok uzaktan izlerdi
Ayşe’nin yolunu her an gözler
Onu gördüğü an içi sızlardı
Sarıldı hayaller tren kalkarken
Takılır gözler
Demirin üzerinde dönen
………Kırmızıya çalan paslı tekerleğe
……….Hayal içinde hayal
…………Dalar gider
…………..Kimi zaman korkutur geri gelmesi
Beline saracak kuşak nerede?
Gönüllü gidecek uşak nerede?
Ova bitti tren yolu derede
Kuruldu hayaller tren kalkarken…
Yollar Muş’a
Oradan
Ver elini Yemen’de Nuş’a
Gözlerini yummuş Mevlit
Aklı uzaklarda dolaşır
Trenin sesi ıslık çalıyor
Tekerlerin takırtısı
İşler beynine…
Sonuncu mevkidedir yolculuğu
Yollar gidildi
Yarı aç yarı tok şükür edildi
Türkünün olduğu yerde
Umut yeşerir
Biri şiir yazar biri pişirir
Yanık sesi içimize düşürür
Ne açlık gelir akla
Ne de sıkıntı
Vagonun bir köşesinde
Bıyığı yeni terleyen genç
Elini kulağına kodu ve
‘’Yürüdü trenler yolda eğlenmez
Derdim çoktur memlekete söylenmez”
Vagonun son mevki yolcuları suskun
Burkulmuş yürekler
Dolu dolu gözleri
Kim bilir? Belki de
Kimi uzaktan uzağa gördüğü güzeli
Kimi yavuklusunu
Kimi de körpe karısını düşünmeye daldı
Kimisi ana kuzusu
Belki de
Düşünür, yalnız bıraktığı garip anasını
Ürpertici bir ikindi vakti
Tren çölde ilerlerken
Kalaslardan vagonun içerisine sızan
Loş renkler bir sessizlik çökertti
Sessizlik ezgileri midir yürekleri çalan
Yoksa derin bir iç çekme midir?
Vagonun bir köşesinden duyulan, bilinmez
***
Pazara çekilen hayvan misali
Askerleri vagonlara yığdılar
Çok yamandır çöl sıcağı
Pınar suyu gibi
Ter boşanır erlerden
Yolculuk günlerce sürüp giderken
Hangi durakta bilmem
Geldi söylence
Açılmış yeni bir cephe
Sarıkamış dağlarında
Elinde silahla donan askerler
Yayıldı kulaktan kulağa
Soğuk bir ürperti düştü içlerine
Çöl sıcağından yanan
Vagonlardaki sonuncu mevki yolcularının
Tren acı acı ötüşüyle
Üst üste yığıldı erler
Telaşla karışık korku içinde
“Acep bu kaza mı?” derler
Yürekleri kararttı trenin sesi
Geceye karıştı frenin sesi
Ve
İşte
Treni
Oracıkta
Durdurup hemen
Varmadan Yemen’e
Çevirdiler yolunu
Kimi
Fare gibi
Korkuya kapılıp
Başını sokacak yer aradı
Kimisi zıpladı
Dörtayak üstünde kedi misali
Tetiğe geçti göz
Pusuya yattı kulak
Emir bekliyor
Hazır ve nazır el ayak
Kulaktan kulağa yayıldı haber
Açlık neyse bide soğuktan
Sarıkamış da kırılmış asker
Yolumuzu çevirdiler birden Sarıkamış’a
Kolumuzda vatan, namus zincirleri ötüşür
Bu ne biçim bir ses gardaş, işler ciğerimize
Yemen mi Sarıkamış mı girecek kanımıza?
Kanımıza susamış düşman
Düşman fırsat bulursa eğer
Eğer bile utanır yüklü atın üstünde
Üstünde yük, altında toprak
Toprak akıp gider ayaklar altından
Altında yatan şehit
Şehidin kanı şahit
Karanlıkta
Bir karamsarlık
Bir ürperti
Karabasan gibi düştü içine Mevlit’in
Çöl sıcağında
Üşüdü içi, ürperdi o an
O an
Sevdasını seslenemediği Ayşe’si geldi aklına
Bu ellerde ölse Mevlit
Gönlünün Ayşe’ye düştüğünü
Kim söylerdi Ayşe’ye, kim?
Kim bilir?
Belki de Ayşe bunu bilmeden
Ölüp gidecekti bu yabanın çölünde
Off ki ne off
Bir duman sardı gönlünün dağını
Bir deli poyraz olup
Yalaya yalaya eritti içini
Bir hayal bulup
Sarıp, sarmalasaydım
Yolun çevirip
Hatırını sorsaydım
Ölsem gam yemem
Ayşe’mi bir sarsaydım
Oynaşadursun
Zifiri karanlıklar
Ucu gönlümde
Aşkın titrek sesini
Dipsiz kuyuda
Saç teline bağladım
Ben yukarı çekmeden
O bana gelir, bilirim
Ben, bu gönlümü
Binlerce gecede sabaha dayadım
Bakmayın yaşıma
Nice acılar
Nice ölümler gördüm
*
Sarıkamış Yolunda
Sarıkamış yolu kardır geçilmez
Çığ düşer dağlardan dolanırsınız
Geceye üç saat kalmış deseler
Kefensiz kervana ulanırsınız
Sana derim sana, onbaşım sana
Dalda kuş donmuş, bak hele baksana
Tek silah sıkmadan kahpe düşmana
Azrail rengine belenirsiniz
Sarıkamış yolu bitmez kıyamet
Bir delik çarıkla olmaz kıyafet
Ey yüce Yaradan, bize yardım et!
Katar katar da katar
Bu nasıl katar
Gökler kar kurşunu sanki
Ölüm çiçeği atar
Cehennemin en beyazı
Ateşsiz ateş
Mehmedim yavrusunu kucaklamış gibi
Kucağında tüfek tutar
Oy ben kime yanayım?
Oy ben hangi yok sancısını dolanayım
Oy ben Sarıkamış yollarını
Zindan karası buz kesen gecelerde
Çizgi çizgi
Yüreğime doldurayım oy!..
*
Yemen’e giden katar
Arap’ın kızgın çölünden
Yönünü çevirdi Sarıkamış’a
Sarı sıcak cehennemden
Kar beyaz cehenneme
Geçtiler çölleri,
Dolandılar dağları,
Bir tekerleme dolar diline Mevlit
“Bu dağlar yaman dağlar
Ağlarsa anam ağlar
Gerisi yalan ağlar.”
Günler sonra
Yolculuk bitti Erzurum’da
Geldiler
Kırk derece sıcak cehennemden
Eksi otuz derece beyaz cehenneme
Ne kışlık elbise
Ne de yiyecek var
Tükendi
Elde avuçta olanlar
Kıt kanaat erzak
Yüklendi katırlara
Bıraktık silahları Erzurum’da
Kalça kemikleri çıkmış bakımsız öküzleri
Boş kağnılara koşmuşlar
Sürdüler önümüzden,
Yürüdük Pasinler’den Horasan’a
Yürüdükçe göründü
Savaşın kirleri
Meğer savaş bitmiş
Toplamak düştü bize de
Ceset ceset fakirleri
Bu dağlar ne yaman dağlar
Geçit vermez insana
Bu ne menem bir savaş
Be ne vahşet a-oğul?
Sıra sıra dizilmiş cesetler
Kimi çıkını açmış karın doyuruyor
Kimi çişinde
Kimi de sohbet eder sanırsın
Ölümün güneşi
Beyaz doğmuş üzerlerine
A-oğul
Taşlar çiçek açmaz deme
Açar bir gün
Kan dediğin içilmez sanma
Düşman dediğin içer bir gün
İnsanın insana zulmü bu olsa gerek
Zor aldık kimi cesetleri aç kurtların elinden
Parçalanmış
Delik deşik her yanı cesetlerin
Kimisi öylesine donmuş ki
İçimiz ürperiyor
Yaklaşınca yanlarına
Sanki bize bir şeyler fısıldar gibiydiler
Askerliğim ceset toplamakla başladı
Lânet ettim insanlığa da savaşa da
*
Gel zaman
Git zaman
Tekkeli Mevlit
Döner sağ salim köyüne
Döner anacığına
Döner de dünür gider
Gönlüne düşürdüğü Ayşe’sine
“He der Ayşe” olur bu iş
Düğün bile yapar anacığı kınalı kuzusuna
Alır gelinini yanına Mevlit
Başlar hayatın kalanını tamamlamaya
Birkaç hanelik köy yeri
Fukaralık işte
Destek olurlar
Küçük yerin küçük insanları birbirlerine
Günler geçip giderken
İner davula topal şeytanın tokmağı
Gümbede güm güm!
Gümbede güm!
Gümbede!
Güm!
Başlar her zamanki çığırtkanlığına
“Duyduk duymadık demeyin
Duyanlar duymayana söyleyin
Güneyden İtalyan askeri
Batımızdan Yunan askeri kuşatmış bizi
Bir vurdumduymazlık almış
Yüce devletli
Halifemizi
Allah başımızdan eksik etmesin
Yeni kurulan ordumuz
Ve şanlı komutanı Mustafa Kemal’imizi!
İşte bu yüzden
Askere alınacak
Kadın, erkek
Eli silah tutan!”
Deyip köyün meydanında
Bağıra çığıra dolaşıyordu
Eli silah tutanlar
Cepheye giderler Mevlit ile beraber
Düşerler
Yaya yapıldak yollara
Varırlar Ilgın’a, oradan Akşehir’e
Dağılırlar bölge bölge
Cephe cephe
Mevlit’e Eskişehir düşer
Temmuz sıcağı zaman
Temmuz sıcağı zalim
Güneş darılmış sanki bize
Ay ışığını sakladı nedense
Düşman,
Üç ayrı koldan taarruza geçtiler
On Temmuz 1921'de
Bursa-Eskişehir;
Bursa-Tavşanlı-Kütahya;
Uşak-Dumlupınar-Seyitgazi istikametlerinde
Türk Ordusu'nu imha etmek ve Afyon, Eskişehir,
Kütahya gibi stratejik noktaların işgalini amaçlayan Yunanlılar, zayıf kuvvetlerle tutulmuş olan Türk kuvvetlerini güney kanattan kuşatmak üzere harekâta başladılar.
Topal iblis nasıl da gelinime göz koydu
Yemen, Sarıkamış derken buraya nasıl geçtik
Kimi gazi, kimimiz Hak şerbetini içtik
Açlığımın sesini sağır karınca duydu
Kurşun ve top sesinden kulaklarım duymuyor
Barut patlamasından gözlerim ateş doldu
Altı değil toprağın üstü mezarlar oldu
Korkusundan kargalar gözümüzü oymuyor
Sır vermez sular bile saklar oldu buharı
Yağmura küsmüş bulut, güneş kırgınmış çöle
Ne koku ne renk kalmış, bülbül küsülü güle
Neyleyim, çoğumuza gelmeyecek baharı
Ölüm kapıyı çalmış, boşa yalvarma Nuh’a
Azrail peşindeyken cennet görünür vaha
Azrail’le dost olduk
Acı verse de
Kararlı öldürmemeye
Bu ne biçim bir dövüş a’balam
Bu gâvur başka gâvur
Görenler
Türk Türk’ü kırıyor sanır
Hani çetin dövüşüyor Yunanın gâvuru
Gökyüzü mermi değil
Ölüm tükürüyor
Ve
Aniden
Dört biryanımı
Toz bulutu sarınca
Göz gözü görmez oldu bir an
Nereye kayboldu mavzerim benim
A gözün çıksın kör şeytan senin
Beni bu ellere getirdin
Ölü müyüm sağ mıyım?
Neredeyim ben
Nerede?
Can…
Türk ordusunun çekilmesini
Emretmek zorunda kalmış
Kemal Paşa
Yemin olsun ben duymadım
Duyanların yalancısıyım
Güya, Batı Cephesi birlikleri
Önce Eskişehir-Seyitgazi hattına
Daha sonra da Sakarya Nehri doğusuna geri çekilmiş.
Sonsuzluğun çerisinde
Bir şeyler mırıldandım
O an
Milyondan milyon
Hayat şeridi geçti göz önümden
Anımsamıyorum
Kimleri nasıl gördüm
Babam, dedem
Hangi savata, nerede, nasıl öldüler?
Ben ölü müyüm?
Diri miyim bilemedim
O an
Gözlerim bir çehre aradı
Ne tanıdık bir yüz
Ne tanıdık bir ses
Dilleri bizimkine benzemiyor
Bizden değil bunlar
Tanıdım bunları, tanıdım
Kurşun sıktıklarım
Yani tam tekmil düşman
Oy anam oyy
Bugünleri de mi görecektim
Ölseydim oracıkta
Kargalar oysaydı gözlerimi
Kuzgunlar parçalasaydı leşimi
Nasıl oldu da ölmedim
Nerede benim silahım
Alıp şakağıma bir mermi sıkayım
Düşman çiğnemiş topraklarımı
Ben hâlâ hayattayım.
Madımaklı sesim arşa ulaşır
Su katığım, soğan, ekmeğim oldu
Zulüm ite dönmüş bana dalaşır
Vurulmuşum, gözlerime kan doldu
Oy anam, gül benzim sarardı soldu
Çıkmadan can, akbabalar ilişir
Teni değil, kurşun gönlümü deldi
Bunca can içinde beni mi buldu?
Sağ olan baş ne acıya alışır
Bu aşk belki başka bahara kaldı
Kaldı kanım vurulduğum yerde
Yerde giden karınca ağlar
Ağlar iki gözüm iki çeşme
Çeşme çeşme boşanır
Boşanır yularından hayvan bile
Bile bile geldim ben bu ile
İlden ile sürüklendim “vatan” diye
“Vatan” diye diye çöktüm diz üstü
Üstü başı kan revan olanlardanız
Tekke köyünün fukarası
Mevlit’i doğurmuş
Kel Fadim adında
Anadolu’nun yiğit anası
Ah Mevlit
Fukara Mevlit
Vatan bilip bu topraklarda vurulup düştün
Anan sağ,
Ilgın’ın Tekke köyünde
Yaşar bir başına
Baban, deden nerede?
Hiç gördün mü onları, söyle hele?
Mevlit
Mevlit’im…
İki ayağından birden vuruldu
Bir çalıyı siper edip kendine
Korunurken o an kahroldu
Mevlit ölmeden öldü
Düşmanın çizmesi
Bir nefeslik yanında
Tuz bassalar acımaz yaraları
İçerisine sapladı
Ölmemenin utancı
Böylesi bir acı
Dinler mi sancı?
Yenildiler
Düşmana yenik düştüler
Ölenler öldü
Kalanları esir ettiler
Toplayıp İzmir’e
Oradan Atina’ya yolladılar
Duvarla beyaz
Hastane olsa gerek
Hemşireler var, bizimkilerden farklı
Atina’da bir hastane imiş
Öğrenir Mevlit çok sonralar
Eğilip bakar ayaklarına
Yaralarında sızısı vardır ama
Yüreğindedir o acı
Bir hemşire görür
İlgilenirken kendisiyle
Ayşe’si düşer hemen aklına
Köyde bir başına
Anası Fadim’in yanında
Özler,
Özlemin özüne düşer
O an midesinden ağzına gelen zehir
Yutkunur acıyı
Yaşarır gözleri
Yanaklarından süzülür yaşlar
Süzülür de Maria’nın avuçlarına dökülüverir
Tanışır Yunanlı hemşire Maria ile
İlgilenir
İlgi duyar Maria Mevlit’e
Temizler, kurt düşmüş yaralarını
Korur Mevlit’i
Kurtlardan, kuşlardan olası kötüden, kötülükten
Maria da Maria hani
Afrodit halt etmiş yanında
Tanrı Zeus’tan mı saklamış
Yoksa, Hera’nın ihanetlerinden mi?
Allah yaratırken
Çok zaman harcamış Maria’ya
Her şeye rağmen mevlit
Hafifçe mırıldanır Ayşe’sinin adını
Ayşe’m…
Dün yası tutmuştum can, bugün sanki unuttum
Meğerse ne büyükmüş, küçük insan dünyası
Açlık çıkmaz aklımdan, canım çekiyor kiraz
Kir az olurmuş gülüm, suyun geçtiği yoldan
Suyun geçtiği yoldan kim geçmez ki?
Geçmez gönül, bir başka gönüle düşerse
Düşerse dara beden
Bedene bol gelir iki don
Maria,
Her geçen gün
Yanar için için
Yanar Mevlit için
Ne etse ne eylese
Çıkartamaz aklından da gönlünden de
Aşk kapıyı çalmış bir defa.
Buyur etse de etmese de
Kırıp kapıları girmiş içeriye
Devrilmiş şişeler
Kırılmış bardaklar
Keser biryanlarını
Akıtır kanını dağılan parçalar
Aşkın kapısı kutsaldır, eğilir içeri giren
Huzurunda secde eder, şahadete ermeyen baş
Ağlayan tüm vücudumu boncuk boncuk göreceksin
Acılarım dilim dilim ekmeğine süreceksin
Canından bir parça canı benden önce vereceksin
Aşkın kapısı kutsaldır, eğilir içeri giren
Yanardağın volkanına düşmüş küçücük karınca
O da bir can, o da bir aşk, yanarmış kendi harınca
Bir zerreyi vatan bilip uğruna can verince
Huzurunda secde eder, şahadete ermeyen baş
***
Hüzün, yüzünden okunur Maria’nın
Ağır ağır yaklaşır Mevlit’e
Tutulur nutku
Lal olur dili
Yine de
Eğilir kulağına Mevlit’in
Fısıldayarak;
“Bugün ayağını kesmek için gelecekler! Ayağın, kesilecek kadar kötü değil, sakın kestirme! Heyet geldiğinde bana sert bir tokat at, belki o zaman sana kızarlar ve ayağını kesmezler,” der.
Her şey Maria’nın dediği gibi olur. Biraz da can telaşından olsa gerek, Mevlit sert vurur Maria’nın suratına. Oluk gibi kan boşanır kızcağızdan. Buna kızan Hekimler; “Geber Türko!” deyip giderler.
Mevlit iyileşir iyileşmesine ama bir ayağı topal olur. İyileştikten sonra bir domuz çiftliğine çoban olarak gönderilir.
Çobanlık yaptığı sırada sürüden uzaklaşmak isteyen domuza taş atar! Olacak ya domuzun ayağı kırılır! Ceza olarak çalışması için kömür ocağına gönderilir.
Bir sabah Yunanlıları siyah elbiseler içerisinde görünce önce şaşırır. Mevlit, nedenini sorar. “Bu siyahlar yas giysisi. Biz savaşı kaybettik yas tutuyoruz…” derler.
Ülkeler arası esir değişir
Hazırlanır
Dönmek için anasına, karısına
Özlemiştir Ayşe’sini
İçi içine sığmaz
Uykusu düzeni heyecana karışır
Oturur çocuklar gibi yuvalanır Mevlit
Tutamaz sevinç gözyaşlarını
Döker oracıkta boncuk boncuk
Yetişir Maria
Heyecanını, sevincini paylaşmaya
Diz çöker önüne yalvarır Mevlit’e
Güzellik, dipsiz kuyu da olsa
Hayalleri, özlemleri hapsedemez
Durdurur zamanı
Sınır tanımaz
Maria’nın hıçkırışları, yalvarmaları
Gözleri kapalı
Bir kaktüsle dans etmek gibi
Su gibiydi Maria’nın sesi
Dayanılmazdı yalvarışları
Su, şekilden şekle girer
Yumuşaktır, biçimsizdir
Ama graniti bile aşındırır
Yine de
Asılı kalır Maria’nın çığlıkları
Aşındırsa da Mevlit’in yüreğini
Taşı avuçlayıp sıkar elleriyle
Vurur bağrına
Açar göğsünü
Saklar içerisinde bir yerlerine
Elleriyle sıktığı taşı
Gözyaşlarıyla
Veda eder Maria’ya
Bir daha görmemek üzere…
Kavuşur Ayşe’sine
Kavuşur anası Kel Fadim’e
Köyüne, köylüsüne
Ne işi
Ne de mal, mülkü vardır.
Adı “Topal Mevlit” olmuştur
Kimi de alaya almıştır
“Öte git topal, beri gel topal”
Dedik ya
Kapısını çalan şeytan da topaldı
Topallık Mevlit’e şeytandan mirastı
Yıllar sonra duyar ki
Bir yasa çıkmış
“Savaş gazilerine istiklal madalyası ve maaş verilecek,” diye
Adamın adam tuttuğu o günlerde
Kimi tarla faresi gibi saklanırken düşmandan
Aldılar istiklal madalyası ve maaşı
Tekke’li Topal Mevlit
Elinde bastonu topallaya topallaya
Tuttu Ilgın’ın yolunu
Sorar işgüzar memur;
“Hangi partilisin emmi,” diye
Sorusu ihanet ve gaflet kokar
Topal Mevlit gayri ihtiyari
“Paşa hazretlerindenim,” der
İşgüzar memur;
“Emmi, sana paşa hazretleri versin maaşı,” der.
Topal Mevlit döner kapıya kadar gelir
Kapıda geri dönüp işgüzar memura;
“Ben Paşa hazretleriyle göğüs göğse düşmana karşı savaştım.
Senin partinin başkanı hangi cephede savaşmış? Adını hiç duymadım!” der, kapıyı vurup çıkar.
Topal Mevlit
Yokluk ve yoksulluk içinde
Bin dokuz yüz seksen dörtte
Ölür, köyü Tekke’de
Kimi topal
Kimi kör Mevlit dedi
Saysalar sayıca
Cenazesinde yoktu yirmi yedi!
Yatar Tekke’nin mezarlığında
Onurluca, dimdik
“Toprak vatandır
Ekmek vatan
Vatan ekmek
Vatan toprak
Vatan yaratandır,” diyerek
Kaynak: Torunu Memiş Alkan
Harun Yiğit
Ressam, Şair.1961 yılının mayıs ayında Konya, Ilgın, Beykonak (Teekke) Mahallesi'nde doğumlu. Yiğit ve Kâmilî mahlaslarını kullandı. İlkokulu 1972 ve orta öğrenimini 1976 Beykonak’ta, Açık öğretim Lisesini (Köln, 1995) mezunu.
1977 Mart’ında Almanya’ya ebeveyninin yanına işçi ailesi olarak gitti.
Ürünler: Demokrat Türkiye, Yazın, Halk Ozanı, Çağdaş Halk Ozanı, Sesimiz, Hürriyet, Gülce, Ansan Sanat, Karatay, Yaşam Sanat, Anadolu Sevdası, Aydınlık Gazetesi, Yeni Çağ, Antalya Gazetesi, Kümbet, Bekir Abi, vb. Dergi ve gazetelerde yayınlandı.
Ayrıca küçük yaşlarda resim sanatına ilgi duyan Yiğit, büyük çabalar sonunda 1982 yılında Hannover Türk evinde ilk resim sergisini açtı. Bunu daha sonra başka sergiler izledi. Almanya’nın değişik kentlerinde 50’nin üzerinde resim sergisi açtı.
Resim sanatının aracılığı ile tanıdığı şair Can Yoksul, Osman Dağlı "Maksudi" gibi şahsiyetlerden Edebiyat (Şiir) üzerine eğitici bilgiler edinerek şiir yazmaya başladı. 1991 yılında ölçülü uyaklı şiir stiliyle yazdığı ilk şiir kitabı Gurbet Türküleri’ni ‘’özel baskı’’ yayınladı.
Osman Dağlı "Maksudi" tarafından "Kamili" mahlası verildi.
1986 yılında İsviçre’nin Basel kentinde düzenlenen ‘’Barış Yılı Sanat Yarışması’’ da resim dalında ikincilik ödülü, 1996 Almanya’da Sesimiz dergisinin düzenlediği şiir yarışmasında üçüncülük ödülü, 2002 Konya, Ilgın Beykonak Eğitim ve Öğretim Vakfı’nın düzenlediği şiir yarışmasında birincilik ödülü ve 2002 Almanya Vupertal’da düzenlenen üçüncü Aşıklar Bayramı’nda birincilik, Duy Yunus Emre isimli Kitabi Sabit ince 2. LİK Edebiyat ödülleri aldı.
2009- 2010 3 Ahmet Tufan Şentürk, Türk Şiirine Hizmet SEÇİCİ KURUL ÖZEL ÖDÜLÜ aldı.
Hürriyet gazetesi Almanya temsilciliği bölge serbest muha-birliği yaptı (1993-2004) Bir fabrikada işçi olarak da çalıştı. Avrupa Türk yazarlar ve Şairler Birliği üyesidir.
Harun Yiğit resim, şiir, yontu çalışmalarını da sürdürmek-tedir. 2003 Kasım ayında ikinci kitabı Duy Yunus Emre Yalçın Yayınları tarafından yayınlandı. 2008 Haziran ayında üçüncü kitabı Vatandaş Osman “Hiciv” Gündüz Yayın evi tarafından yayınlandı.
TEMEL TÜRK DESTANLARI'NI yaklaşık 20 ye yakın Nazım türüyle yazdı. 2012 Temmuz'unda Gelişim Sanat Yayın-ları tarafından yayınlandı.
2013 Ağustos’unda 3 destandan oluşan "Yiğitlerin Desta-nı" kitabı, Gelişim Sanat Yayınları tarafından yayınlandı.
Yaklaşık 3 yılı aşkın bir zamanda tamamladığı BUZLARIN TUTUŞTUĞU YER SARIKAMIŞ Destanı, 2015 Kasım'ında Mavi Kitap Yayınları tarafından yayınlandı
2019 Yıldızlar Yayıncılık’tan, Anılarda Mustafa CEYLAN .(Otobiyografi) yayınlandı.
2019. Hiciv Osman ve Bir Ben Var Bende kitapları Ubuntu Yıyınları tarafından yayınlandı.
2020 Sen Varsın Ubuntu Yayınları tarafından yayınlandı.
YAYINLANMAYA HAZIR
Tamamlanmış, BAĞREK'DEN AKDENİZE
Âşık Haydari Sanatı, Hayatı, Eserleri (Otobiyografi)
Tamamlanmış:
KARINCANIN GÖLGESİ, YUNUS'UN ODUNU (Otobiyografi)
Mustafa Ceylan Sanatı, Hayatı, eserleri ve Kim ne dedi.
ÜZERİNDE ÇALIŞMAKTA OLDUĞU; AŞK DESTANLARI VE
Henüz isimlendirememiş diğer çalışmalar.
Harun YİĞİT iletişimler.
e.posta: yigit_harun@yahoo.de
Muratpaşa Mahallesi
561 sok. No ;48/5
Muratpaşa/ Antalya
Posta KUTUSU 78 Güllük PTT, Muratpaşa/ ANTALYA
Tel: 0545 2111331
İÇİNDEKİLER
1- HATIP (Hatip) KARISI KEZBAN
2- DELİ İBREM
3- ÇÖL SEVDALISI TEPEGÖZ
4- KEL AHMET
5- KÖR MEVLiT
6- TEKKE’Lİ TOPAL MEVLİT