HARUN YİĞİT / VADANDAS OSMAN'IN YERINE HOS GELDiNiZ
  ÖYKÜLER
 

SADAKAT

 
İyi ki Varsın Canım…!
 
 
Cevdet ile Süreyya görücü usulü değil de birbirlerini tanıyarak ve severek evlendiler. Her evlilik de olduğu gibi Cevdet ile Süreyya’ nın evliliği de zaman zaman inişli çıkışlı yollardan geçse de birbirlerine olan saygıları, sadakat ve güvenleri sayesinde; evlilikleri hiç bir zaman tehlikeye girmez.
 
Yıllar geçip giderken ne var ki bir gün görünmez bir kaza Cevdet'i yatağa düşürür.
Cevdet sakat kalmış ve yarım bir insan olmuştur. Kendi işini kendi göremez halde zorunlu olarak yaşar!
Güzel karısını düşünür Cevdet!
 
[b]Çok sevdiği eşine karşı sorumluluklarını yerine getiremez. Kahır ve kara günler çökmüştür başına… Acılar içindedir, yanar yüreği, çıldırır, taş olsa vuracaktır başını ve paramparça edecektir. Yaşamak, bundan sonra acılar içinde sadece bir işkencedir. Yaşamak zehirdir. Yaşamak işkencedir. Hele hele o aşkı ve sevdasıyla yanıp tutuştuğu ve birbirlerini severek evlendiği can eşinin yüzüne baktıkça… Yarım adam olmuştur Cevdet… Kahreder kadere… Küser hayata… “Yaşamak zordur” der ve “ölmeyi” bile düşünür. Lânet eder, isyân bayraklarını çeker… Deliden deli olur… Ve Cevdet için hayat bitmiştir artık. Karısına daha fazla yük olmak istemez ve ölmenin yollarını aramaya başlar.
 
[b]Süreyya mı? ... O’ dur asıl yıkılan…İçten içe ağlar…”Bu kara yazı” der de başka bir şey diyemez.. Susar, içine gömer avazını, bulut gibi saklar gözyaşların. Eşine, can sevdiğine belli etmek istemez… O’nun ne kederler içinde olduğunu çok iyi bilir. Acıyı ve hüznü canının çekirdeğinde hisseder… Sonra döner hayata, “bu hayat, evet bu hayat devam etmeli, Cevdet’in acısını, elemini paylaşmalıyım” der…. “Bu hayat Cevdetsiz olmaz… O benim her şeyim… Onsuz yapamam… Keşke bana gelseydi, keşke beni bulsaydı bu bela… O benim tek sevdiğim… O benim Cevdet’im…” der de içten içe, çırpınır durur…
 
Eşi Cevdet'i hiç yalnız bırakmaz, onun her türlü ihtiyaçlarına koşar. Bunalım geçirdiğinin farkındadır. O’nu hayata bağlamak için var gücüyle koşar.
 
Sağlıklı günlerde birbirlerinin nasıl yanındalarsa, hastalıkta da yanında olmalıyım der… Der de Süreyya; acının ve kara
kaderin korkunç kıskacında bir serçe yüreğiyle “ne yapsam, neler etsem de hayata bağlasam Cevdet’imi” diye düşünür… Sevmeyi, sevgiyi, sadakati böyle öğrenmişti. Acılar paylaşıldıkça azalır, neşeler paylaşıldıkça çoğalır, biliyordu.
Süreyya, günlerden bir gün sokak kenarında iki eli de sakat, ama ayaklarıyla iş yaparak ekmeğini kazanan bir adam gördü…
 
[b]-“Buldum…! Yaşasınnnn! Buldum işte bu! Çare bu! ...” der ve hemen eve koşar...
Bir yolunu yordamını bulup gözbebeği gibi sevdiği Cevdet’ini sokağa çıkarmalıydı… Sokak kenarında gördüğü adamı düşünüyordu hep… O adamdan kocasına hiç söz etmeden Cevdet' i sokağa çıkmaya ikna etti.
 
[b]Sonunda, canında can olan, sevdiği, can eşi, bir tanesi, sevdası Cevdet’ e yardım edip tekerlekli sandalyesine bindirerek sokağa çıkarttı.
 
Sokak kenarında, iki eli de sakat ama ayaklarıyla iş yapan adamın bulunduğu yöne doğru yöneldi. Sakat adamın yakınına kadar geldiler.
 
[b]Süreyya, kocasının da iyice görebileceği şekilde durdu ve adama iyici bakmaya başladılar.
 
Süreyya Cevdet'e:
 
-''Bak hayatım adam hayata elleri olmadan nasıl tutunmuş, bunu sen de yapabilirsin'' dedi.
Cevdet:
 
-''Benim ellerim sakat değil ki, ayaklarım sakat'' dedi.
Süreyya:
 
-''İyi ya senin ellerin tutuyor sen de oturduğun yerde pekala bir meşguliyet yapabilirsin. Böylece bir amacın olur. Mesele para kazanmak değil, mesele hayata bakışındır. Kitap okursun, şiir yazmayı denersin ya da ne bileyim resim yapmayı öğrenirsin. Bunları pekâlâ yapabilirsin'' dedi.
 
Cevdet hiç yanıt vermeden iki eli de sakat ama ayaklarıyla iş yapan adamı seyrediyordu.
Süreyya'ya dönerek:
-''Beni o adamın yanına götürebilir misin'' dedi.
 
Süreyya:
-''Tamam canım hemen'' diyerek Cevdet'in tekerlekli sandalyesini iteleyerek iş yapan sakat adamın yanına vardılar.
Cevdet, sakat adama:
-''Merhaba, kolay gelsın arkadaş'' dedi.
 
Adam yüzünü Cevdet'e çevirip baktı, tekerlekli sandalyede oturan Cevdet'i tepeden tırnağa süzdü ve:
-''Merhaba beyim, sağ olun'' dedi.
Cevdet:
-''Bişey sorabilir miyim'' dedi.
Adam:
-''Buyur sor beyim'' dedi.
Cevdet:
-''Bu işi nasıl başardın, yani kolların olmadan ayaklarınla iş yapmayı? '' dedi.
Adam:
-''Beyim, yaşama azmimle yaşamaya olan sevdamla başardım. ilk zamanlar alışamamıştım. İntiharı bile düşünmüştüm ama bunun kolay yol olduğunu, korkaklık, hatta bir cehalet olduğunu düşündüm! Benden daha kötü olanları düşündüm ve ''iyi ki ayaklarım var'' diyerek ben de hayata ellerimle değil ayaklarımla sarılmayı öğrendim. Her yaptığım iş sonunda sonsuz bir mutluluk yaşarım. Sen de bişeyler yap beyim inan çok mutlu olursun'' dedi.
 
Cevdet:
-''Teşekkür ederim arkadaş, sana kolay gelsin'' deyip karısına dönerek;
-''Hayatım, Süreyya’cım haydi gidelim. Ben alacağım dersi aldım artık'' dedi.
 
Süreyya hanım kocası Cevdet'in tekerlekli sandalyasını iteleyerek yollarına devam ettiler.
Cevdet, bir yandan kitap okurken bir yandan da resim kurslarına giderek resim çizmeyi öğrenmeğe başladı. Çizecekti, çizmeliydi de. Yaşamını çizgilerle, renklerle değiştirmeye kararlıydı Cevdet.
 
Bir çok resim çizmiş ve çizdiği bütün resimleri biriktirmişti Cevdet.
 
[b]Bir gün Süreyya hanım iş için çıktığı evine geri döndüğünde odanın her tarafına resimler asılmış, kocası Cevdet resimlerin karşısına geçmiş, yapmış olduğu resimleri seyrederken gördü. Karısının geldiğini farkeden Cevdet gülerek karısına:
-''Nasıl olmuşlar Süreyya'cığım'' dedi.
 
[b]Süreyya hanım kocasının parlayan gözlerinin içine bakarak büyük bir heyecanla:
-''Harika olmuşlar hayatım. İnan bu güzelik karşısında ne diyeceğimi bilemiyorum. Her bir resim diğerinden güzel. Sen çok azimli ve çok başarılı birisin'' dedi
 
[b]Cevdet, tekerlekli sandalyasıyla karısı Süreyya'nın yanına geldi ve ellerini tutup dudaklarını Süreyya'nın elleri üzerinde bir müddet bekleterek öperek başını yukarı kaldırıp Süreyya ya:
-''Asıl azimli, yürekli, cesur ve başarılı olan sensin. Senin sayende hayata bağlandım. Senin sayende bu güzel resimleri çizebiliyorum. Sana binlerce teşekkürler. Benim sadık ve sadakatli karım. İyki varsın canım, iyki varsın'' dedi.
 
 
Ağlama Sen Gülüm Benim
 
Kara gündür gelir geçer
Ağlama sen gülüm benim
Bir gün gelir güller açar
Ağlama sen gülüm benim
 
Çok acılar göreceğiz
Birbirine öreceğiz
Tüm bunları süreceğiz
Ağlama sen gülüm benim
 
Hiç kimseye takılmadan
Dayanarak yıkılmadan
Söylüyorum sıkılmadan
Ağlama sen gülüm benim
 
Ne düşmana ne de dosta
Sır verip de olma hasta
Görmeyeyim seni yasta
Ağlama sen gülüm benim
 
Gurbet ele güven olmaz
Yiğit olan saçın yolmaz
Ağlamakla torba dolmaz
Ağlama sen gülüm benim
 
Der ki Harun kara yüze
İnanma sen yalan söze
Varsın gülsün eller bize
Ağlama sen gülüm benim...
 
Harun Yiğit
...................
.............
 
DELİ VAR
 
Harun YİĞİT
************
 
Geçeneğin tam orta yerinde ellerini direksiyon tutar gibi tutmuş, kollarıyla sağa sola direksiyon çevirir gibi yaparak arada bir gaz verircesine ‘drın, drıınnn. Drrıııınnnnn’’ deyip bazen de ‘’Düdüt Düüütt, düt düüüüüütt‘’ diye klakson sesi çıkartan Frank’ın hemen arkasında bir eliyle sıkıca sarılmış, diğer elini de gem tutar gibi V şeklinde yapıp iki ayağının arasına paspas sopasını almış, geçeneğin ortasında at gibi kişneyen Berna sollamak üzere geçeneğin ortasında Otomobil taklidi yapan Frank’ı geçmeğe hazırlanıyor.
 
Otomobil taklidi yapan Frank Berna’ya yol vermek istemeyince de geçeneğin orta yerinde münakaşaya başlıyorlar. Otomobil taklidi yapan Frank, at taklidi yapan Berna’ya ‘’Nerede görülmüştür atların, hem de dişi atların otomobili solladığı. Ben son sürat gidiyorum görmüyor musun?’’ der. At taklidi yapan Berna, yüksek sesle ‘’Ben At’ım görmediysen gör. Kaç defa uçak bile solladım ben‘’ diye bağırır. İkisi geçeneğin orta yerinde münakaşa ederlerken Kenan arkalarına gelip iki kollarını kaldırıp bacaklarına vurarak kanat çırpar gibi ‘’Üürürüüüü üüüüüüüüüüüü’’ diye horoz taklidi yaparak ikisini birden sollamak ister.
 
En önde otomobil taklidi yapan Frank, geçeneğin tam ortasında at taklidi yapan Berna ile yüz, yüze tam ikisinin ortasında geçmek için ellerini iki yana açmış ha bire çırpınarak horoz taklidi yapan Kenan, münakaşa ediyorlar. Otomobil taklidi yapan Frank, ‘‘Ben sizden hızlıyım kimse beni geçemez’’ derken At taklidi yapan Berna ’’Beni Tanrı rüzgardan yarattı. Ben sizlerden hızlı olmalıyım. Çekilin yolumdan’’ derken Horoz taklidi yapan Kenan ise ‘’Benim kanatlarım var sizin üzerinizden bile uçabilirim. Açın bakayım şu yolu da geçeyim’’ der.
Tam bu sırada arkalarında Halis göründü.
 
Üçüne nazaran Halis kendisini akıllı sanıyordu. Halis üçüne birden kızarak:
‘’Ne bağrışıyorsunuz deliler gibi’’ deyince üçü de aynı anda yanıt vermek, dertlerini anlatmak istediler. Üçünün aynı anda konuşmaları Halis’i sinirlendirdi. Ve:
 
‘’Teker, teker konuşun da sinirlendirmeyin beni’’ dedi.
Elini ilk kaldırıp söz isteyen Kenan ‘’Abi ben bunları geçmek istiyorum ama ikisi bir olup bana yol vermiyorlar. ‘Sen horozsun ikimizi birden geçemezsin’ diyorlar’’ dedi. Frank sinirlendi hemen.
‘’Ben otomobilim en hızlısı benim. Hem bu yolda ilk ben vardım’’ dedi. Berna ise arada bir elini gözlüğüne götürüp sinirli, sinirli konuşarak
‘’Ben bunlardan hızlı olmam gerekiyor, çünkü ben en kutsal hayvan at’ım yani. Öyle değil mi Halis abi?’’ dedi Horoz taklidi yapan Kenan ise.
‘’Halis abi, bunların kanadı var mı? Benim kanatlarım var istesem bunların üzerinden uçabilirim ’’ deyince Halis: ‘’Durun sizi sıralamamız gerek. Benim bir önerim var’’ dedi. Üçü birden
’Abi önerin nedir?’’ dediler. Halis bilmiş tavırlarıyla otomobil taklidi yapan Frank’ın kolundan tutup Horoz yaptı. Horoz taklidi yapan Kenan’ı da tutup at yaptı ve at olan Berna’yı da otomobil yapınca şaşkın, şaşkın bakıştılar. Üçü de pek bir şey anlayamamışlardı. Berna sordu:
 
‘’Abi şimdi ne oldu anlatır mısın’’ dedi. Halis El işaretleriyle de tek, tek izah ederek:
‘’Berna, sen otomobil olup Frank’ın yerine geçtin. Kenen sende Berna’nın yerine geçip at oldun. Frank, sen de Kenan’ın yerine geçip Horoz oldun’’ demesiyle üçü birden haykırdı..
 
‘’Hiç atla horoz, horozla otomobil, yani canlıyla cansız yer değişir mi? Abi sen deli misin, manyak mısın?’’ dediler…
 
 
DELİLERİN ARASINDA DELİ VAR
 
Düşünceye dalıp başın yastayan
Delilerin arasında deli var
Acıkınca ekmeğini isteyen
Delilerin arasında deli var
 
Sevdiğini sayıklayıp ağlayan
Ayağından yatağına bağlayan
Saçlarını margarinle yağlayan
Delilerin arasında deli var
 
Her şeyin en iyisini biliyor
Olur olmaz yerde hemen gülüyor
Arada bir aklı gidip geliyor
Delilerin arasında deli var
 
Küllüklerden izmariti topluyor
Oturduğu yerde birden hopluyor
Yaylı gibi hiç durmadan zıplıyor
Delilerin arasında deli var
 
Saniyede burdan aya gidiyor
Elde değnek kendisini güdüyor
Çok Yiğit’e talih neler ediyor
Delilerin arasında deli var.
 
 
Harun YİĞİT
07.09.08 Hannover/Köthenwald
 
.................
 
DAĞLARA SESLEN
 
Internet dedikleri ‘’www Dünyaya Açılan Pencere’’ bir acayip alet. Tıpkı kitap gibi, açarsan konuşuyor kapatırsan susuyor! Tabii kullanış biçimi sana bağlı. Neyi, nasıl kullanacağın çok önemli. Kitabı ‘’Açarsan konuşur, kapatırsan susar’’ dedim ya; hangi tür kitabı okumana bağlı…
Dünyaya açılan bu pencere sayesinde önce İsviçre’nin Bassel kentinde yaşayan ‘Pire Nuri’’ lakaplı Yusuf Ter’i tanıdım. O beni değişik web edebiyat sitelerine yönlendirdi.
 
Bu sitelerin birisinde şiirlerim aracılığı ile Sabit İnce’yi tanıdım. İyi ki de tanımışım. O beni bir başka edebiyat sitesine davet etti. Orada Mustafa Ceylan ile Türk hece ve hiciv şiirinin usta kalemi Rasim Köroğlu’nu tanımama aracı oldu. Mustafa Ceylan, çok farklı, farklı olduğu kadar da garip bir insandı. Garipliklerine daha sonra geleceğim. Onunla muhabbetimiz sıklaştı. İlginçtir ki siyasi görüşlerimiz farklıydı. Ama bizi birbirimize bağlayan iki önemli unsur vardı; bunlardan birincisi doğup büyüdüğümüz ve vatan bildiğimiz ülkemiz Türkiye. İkinci unsur ise bütün sevgileri içinde barındıran şiir idi.
 
Dostluğumuz bu iki çerçevede başladı, büyüdü ve gelişti. Halâ da gelişmektedir.
 
Arada zaman geçti, bir gün (Sözde dostum olduğunu söyleyen) birisi bana:
 
‘’Sen Mustafa Ceylan ile nasıl arkadaş olabilirsin?’’
dedi. Ben de:
‘’Hayırdır? Sakıncası mı var’’ dedim. O:
‘’Hayır da o Faşist! Sen ne biçim solcusun’’ dedi. Ben:
‘’Sizin gibi yüz solcu arkadaşım olacağına Mustafa Ceylan gibi bir dostum olsun yeter de artar bana’’ dedim. Bu sözüme darılan sözde arkadaşım o güden sonra benimle selamlaşmadı.
 
Aslında Ceylan ile pek çok konuda birleştiğimizi daha sonraki zamanlarda anladım. İkimiz de ülke çıkarlarını ön planda tutuyorduk, ikimiz de şiir ve insan diyorduk. Dahası var mı bilemiyorum.
 
Nice kahpelikler gördüm ‘’DOST-LUK’’ adına! Nice dost dediklerime kapımı açtım, soframda ekmeğimi paylaştım; Emeğime, eteğime göz diktiler!
DOST’un siyasetle olamayacağını Mustafa Ceylan’ı tanıdıktan sonra anladım ve gördüm.
Başı sıkışan, şiirini tahlil ettirten işi bitene kadar "Ceylan hoca, ceylan abi’’ dediler. İş bitince de avlanması basit bir "yavru ceylan" sandılar. Aramızda birçok tartışma ve bağrışmalar oldu elbette, ama sonuçta karşılıklı sağduyu her zaman ön plandaydı. Halâ aramızdaki bu sıkı bağı kıskananlar var. Tabiî dost görünenler bunlar. Ama hiç bir zaman ‘’DOST’’ nedir anlamını bile kavrayamayanlardı bu iki yüzlüler.
 
Mustafa Ceylan, ne zaman bana birisini tanıştırsa ve ‘’Gardaş, bu harika insan, hele tanı sende seveceksin’’ dese hemen onu uyarırım:
‘’hocam hemen karar verme, önce kuyruğunun ucuna hafiften bir basar gibi yap, iyi olduğuna o zaman karar ver’’ demişimdir ve çok defasında da ne yazık ki haklı çıkmışımdır’’ Ne zaman Mustafa Ceylan’ın başında dost karayeli esse aklıma daha önce aynı durumda olduğum dost acıları gelir. Her defasında midemden ağzıma gelen bir buruk zehir; o öd suyu acısının tadı.
 
Bütün bu yaşanılanlar burada birkaç sayfaya sığacak şeyler değil elbette! Sadece özetten birkaç mısra almaya çalıştım.
 
Çok önce içine düştüğüm aynı durumlardan birisine bir şiir yazmış idim; o şiirim halâ güncelliğini koruduğu ve koruyacağını bildiğim için burada Mustafa Ceylan’a armağan ediyorum bu şiirimi.
 
Bu satırları okursa, ‘Okuyacak elbette’ değerli üstadım Mustafa Ceylan, varsa seni yakan derdin, dağlara seslen. Dağlar her zaman sır saklar ve her zaman insana dosttur dağlar…
 
 
 
DAĞLARA SESLEN
 
Varsa dostum seni yakan derdini
Dağlar anlar seni, dağlara seslen
Dost bildiğin ele verme sırrını
Dağlar anlar seni, dağlara seslen
 
Mesken eyle yüce dağlar başını
Gizli, gizli gözlerinin yaşını
Senin olan hayalini düşünü
Dağlar anlar seni, dağlara seslen
 
Dumanına, toprağına, taşına
Börtü, böcek, kurdu ile kuşuna
Darda isen Yiğit yaslan döşüne
Dağlar anlar seni, dağlara seslen...
 
Harun Yiğit
 
.................
 
ÇİNGENE KIZI
 
 
Kasabanın ortasında ulu camiî’nin hemen altında Aşağı mahalleye inen yol ve yolun hemen altında birkaç havuzu içine alan kocaman bir havuzlar topluluğu var. Havuzun diğer ucunda ise kasabada bulunan iki kahvehaneden birisi bulunmaktadır.
 
Haziran sıcağının kavurduğu bir öğle vakti idi. Kasabanın havuza bitişik kahvehanesinde arkadaşlarıyla buluşmak için evden ayrıldı.
 
Havuzun kuzeyindeki yoldan kahvehaneye giden Kamil, havuzun kuzey başında çamların hemen altına gölgeye yere sofra açmış iki bayan fark etti. Belli ki kasabada bir şeyler satmaya gelmişler. Bu tür satıcı bayanlara ‘’Bohçacı’ derler.
Serin havuz başında ördek ve kaz seslerinin yanı sıra şırıl, şırıl su sesi kadın sesine eklenince geriye bir eksik para sesi kalıyor.
 
Kamil, bayanları uzaktan görünce sıradan bohçacılar diye oralı olmadı ama yaklaşınca bayanlardan birisi dikkatini çekti. Alıcı gözüyle bakmadan edemedi.
Bayanlara dikkatli baktığını fark ettirmemek için de: ‘’Afiyet olsun hanımlar’’ dedi. Hanımlar ayrı, ayrı:
‘’Sağ olasın abey’’ dediler.
 
Bayanlardan birisi vardı ki Kamil;in aklını başından almıştı! Yaklaşık yirmili yaşlarında mısır püskülünün kızıl sarısı saçları, yuvarlak yüzünde iri gözleri hemen yanı başındaki havuzun yosunlarının rengindeki
gözleri, etine dolgun dudakları küçücük ağzında tuval üzerine çizilmiş resim gibi duruyor. Göğüslerinin çatalı
görünebilecek kadar açık düğmeleri, mısır püskülünün kızıl sarısı saçları sağ omzundan sağ göğsünün üstüne akmış.
***
 
Bu manzara karşısında Kamil, Cennetten bir huriyi alıp havuz başına oturtmuşlar sandı. Yabancılara pek selam vermeyen Kamil bu iki bohçacı bayana ‘’Afiyet olsun hanımlar ‘’ dedi.
Kamil kahvehaneye geldi ama aklı bohçacı çingene kızında kaldı! Kahvehanede birlikte oturdukları arkadaşlarıyla çay üstüne çay içti ama arkadaşlarının ne konuştuğunu duymaz oldu. Aklı fikri bohçacı çingene kızına takılı kaldı. Mısır püskülünün kızıl sarısı saçları olan bir çingene kızını ilk gören Kamil, Çingene kızlarının bu kadar güzel olabileceğini aklının ucundan bile geçirmemişti.
 
Kamil Çingene kızını hayal ederken kahvehaneye emekli öğretmen Cemil geldi. Kasabasına arada bir ziyarete gelen Cemil öğretmen kasabada genellikle hep Kamil ile buluşup sohbet ederdi. Cemil öğretmenin geldiğini bile fark etmeyen Kamil’in dalgın olduğunu gören Cemil öğretmen: ‘’Hayırdır? Ne iş dalmışsın yine?’’ dedi. Kamil, Cemil öğretmeni fark edince hemen toparlanıp:
 
‘‘Merhaba hocam’’ dedi. Cemil öğretmen tekrar sordu sol gözünü kırparak:
‘’Ne iş bugün çok dalgınsın?’’ dedi. Kamil:
‘’ Yok bişi, sonra anlatırım’’ dedi. Ama duramadı Kamil. Mutlaka Cemil öğretmene içini boşaltmalıydı! Cemil öğretmene baktı bir ara göz göze geldiler ve bir gözünü kırpıp:
‘’Çayını iç de seninle az dolaşalım’’ dedi. Cemil öğretmen ‘’Tamam’’ deyip çay bardağındaki kalan çayını hemen bir dikişte içip ayağa kalkarak:
‘’Haydi gidelim’’ dedi
Kamil, Cemil öğretmen ile birlikte kahvehanenin bahçesinden dışarıya çıktılar.
 
* **
 
Cemil Öğretmen:
‘’Hayırdır Kamil? Çok dalgın ve suskunsun? Umarım kötü bir şey yoktur!’’ dedi. Kamil Tebessümle gülerek havuzun üstündeki çam altına bakındı. Yüzü bir anda ekşidi! Cemil öğretmen:
‘’Çatlatma da adamı söyle yahu ne var?’’ dedi. Kamil:
‘’Az önce şu çam gölgesinde iki bohçacı bayan vardı’’ dedi. Cemil öğretmen:
‘’Buradan geçtim ama hiç dikkat etmedim’’ dedi. Ve:
‘’Ne olmuş bohçacılara?’’ dedi. Kamil:
‘’Ya hocam birisi vardı ki ne sen sor ne ben anlatayım!’’ diyerek baştan sona anlattı. Cemil öğretmen de merak etmeye başladı. Kamil öyle anlatmıştı ki Afrodit’in ta kendisiydi.
İki kafadar kasabanın altını üstüne getirdiler hatta sorabilecek kişilere:
‘’Buralarda iki bohçacı gördün mü?’’ diye sordular bile. Ama sır olup sırra kadem basmışlardı. Kasabayı sokak, sokak dolaşmaktan yoruldular. Kamil:
‘’Hocam yarın bir daha ararız artık. Ben bayağı yoruldum’’ dedi. Cemil öğretmen:
‘’Tamam yarın bir daha bakarız’’ derken kurnazca gülerek devam etti:
‘’Ula Allahsız beni de merak içinde bıraktın. Nasıl sabah edeceğimi bilemiyorum. Haydi kendine iyi bak, yarın görüşürüz ‘’ dedi.
 
Ertesi gün öğleden önce tekrar kasabada iki bohçacı bayan aramaya başladılar. Yorulup bitkin düştüklerinde
İkindi ezanı okunuyordu. Sonunda iki bohçacıyı aramaktan vazgeçtiler. Cemil öğretmen:
‘’Yürümekten tabanlarıma su indi. Ben caydım artık, sen devam edebilirsin’’ dedi. Kamil:
‘’ Bende kahveye gideyim belki bir şeyler yazarım’’ deyince Cemil öğretmen:
‘’ Yaz bitir ben de okuyayım çok meraklandım şimdi’’ dedi.
Kamil kahvehanenin terasına oturdu, sırtını güneşe dayadı garsona seslenip kağıt kalem ve bir de çay istedi. Mısır püskülü sarısı saçlarına ‘Kehribar gözlüydü’ çingene kızı dedi.
 
Çıkısını açmış havuz başına
Kehribar gözlüydü çingene kızı
Sordum, henüz değmiş yirmi yaşına
Kehribar gözlüydü çingene kızı
 
Yüzüne yansımış gönlünün rengi
Bilemedim acep kimlerin dengi
Yakar durur beni kısır bir döngü
Kehribar gözlüydü çingene kızı
 
Havuzun içinde balıklar yüzer
Sarı saçlarından örgüyü çözer
Gönlümün içinde yol bulmuş gezer
Kehribar gözlüydü çingene kızı
 
Bir daha görmedim onu burada
Ermedi gözlerim daha murada
Gönlümü gezdirdim iki arada
Kehribar gözlüydü çingene kızı
 
Yiğit’i bir sevda yağmuru tuttu
Gözüme görünüp sır oldu gitti
Bütün umutları balıklar yuttu
Kehribar gözlüydü çingene kızı…
 
Harun Yiğit
.........................





 
ELİF
 
O bir adamdı, yani adam gibi adam. İki elli, iki ayaklı,gövdesinin üstünde kocaman olmasa da gövdesine uygun bir kafası olan adam. 
 
Ela gözlerindeki ufku görebilme yetisiyle, sinsiliği sezebilen, kocaman ağzında hoş görünmeyen dişleri ve sevmesin bilen adam gibi adam yani.
 
Yıllar önce sevdalanmış; hem de aşık olurcasına sevdayı bildiği, öğrendiği kadar sevmiş. Başka kadınlarla ilişki kurmadığı gibi sevdasına ihanet etmemek için de çevresinde dolaşan güzellere yüz vermemiş. Hiç bir kadınla ilişkiye girmemiş; sevdası aklına geldikçe girememiş.
 
Yılların aşk yorgunu bu adam 25 yıllık büyük aşkının acısını taşıyamaz hale gelmiş. Büyük aşkın acısıyla alevler içerisinde yanarken mini, mini bir kız görmüş ve ‘’Çivi çiviyi söker’’ Anadolu’da bu ata sözünden yola çıkarak Almış eline bir yeni çivi ve çekiç; vurdukça eski çivinin üzerine, yeni çivinin altında derinlere inmeye başlamış. İndikçe derinlere eski çivi, adamın yüreğimde derin yaralar bırakarak gönlünün taaa uç noktasında sağlanıp kalmış. Eski çivi indikçe yerini yeni çiviye bırakmış.
 
Yeni bir sevdaya kaptırmış kendisini. Yıllarca buğun, buğun ateşlerinde yandığı eski aşkının acıtan sayfalarını silmeye çalışsa da sayfalarda izleri kalmış yinede.
Adam ikinci acıya dayanabilecek mi orası meçhul tabi!
 
Sildiği eski aşk sayfalarını yeni sevda türkülerini yazmaya başlamış. Yazdıkça da eskinin acısı belirip bir yerlerini kanatmaya başlamış!
 
Eylülde sevmişti genç kadını. Ona ELİF dedi. Arap Alfabesinin ilk harfi olması ve dimdik, düz, eğilmez, bükülmez, kırılmaz bir harf idi. İçerisinde birçok giz taşıdığını düşünerek ona Elif demişti.
 
Elif şiiri
 
 
Hayalin gezer peşimde
Özledim gel yat döşümde
Kucaklayıp hep düşümde
Sarıyorum Elif diye
 
Yetin dersen eğer azla
Gelmelisin cilve nazla
Her gün biraz daha fazla
Arıyorum Elif diye
 
Ateş düştü senden bana
Kül olurum yana, yana
Yolda kimi görsem ona
Soruyorum Elif diye
 
Unutturdun bana dini
Ne olursun anla beni
Hayalimde daim seni
Kuruyorum Elif diye
 
Gonca, gonca güllerimle
Çağırırım dillerimle
İpek saçı ellerimle
Tarıyorum Elif diye
 
Akıttığım kanlı yaşa
Yiğit kurban hilal kaşa
Bu başımı taştan taşa
Vuruyorum Elif diye...
 
Harun Yiğit
 
..........
 
 
   
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden